Muhammet Akgöl – Hayatta Kalan Son 1997’li

Tablo: Antonio Possenti – Kafkaesk

HAYATTA KALAN SON 1997’Lİ

Yağmurlu bir eylül sabahı, ülkede, o zamana kadar dünya tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir olay olmuştu. Sosyal medya üzerinden açılmış gruplarla, parklara, bahçelere, sokaklara bırakılmış broşürler ve merdiven altı fanzinlerle fikirsel olarak bir araya gelmiş, tüm 1997 doğumlu gençler, o sabah intihar etmişti.

Her mahalleden bir feryat, her köşe başından bir figan yükseliyordu. Üç aşağı beş yukarı toplumda herkesin tanıdığı bir 1997’li vardı. Kiminin oğluydu bir 1997’li, kiminin kızı. Kiminin ağabeyiydi, kiminin ablası. Kiminin sevgilisiydi, kiminin eski sevgilisi. Kiminin arkadaşıydı, kiminin gıcık olduğu, kiminin alacaklısıydı, kiminin borçlusu. Şimdi, hepsi bir anda, canına kıymıştı işte. Hepsi bir anda, hiç var olmamışlar gibi, yok olmuşlardı.

Acıyla, kederle ve hüzünle sarsılmış ülkede, o gün infial yaşanmıştı. Mezar mermercileri iş üzerine iş alıyorlar, dükkanlarının önünde ağlamaklı gözlerle sıra bekleyen insan kuyruklarına para kazanma heyecanıyla bakıyorlardı. 1997’lilerin kimisi bileklerini kesmişti, bazısı güçlü bir urganla evinin bahçesine asmıştı kendini, ilaç yoluyla bu işi bitirenler de olmuştu, silah satın alabilecek kadar şanslı olanlar için, ölmek kolaydı, tek kurşunla nokta koymuşlardı kendi hayatlarına. Doktorlar da, tıpkı mezar mermercileri gibi, ek mesaideydi o gün. Sonuçta, bunca ölümün sebebini tıbbi açıdan da olsa birileri teşhis etmeliydi. Ancak var olan doktor sayısı yapılması gereken otopsi sayısı karşısında yetersizdi. Yetişemiyordu doktorlar, öğleden sonraya doğru ülke, dünya kamuoyuna bir acil yardım çağrısında bulundu. Dünyanın dört bir yanından doktorlar, intihar etmiş 1997’lilerin tıbbi açıdan ölüm sebebini saptamak için ülkeye akın ediyordu.

İşte tüm bu keşmekeşin ortasında, kırk metrekarelik yüksek kiralı bir artı bir öğrenci evinde, bir genç uykudan uyandı. Bir süredir uyku düzeni berbat olduğu ve sabah ezanından sonra gün ağırmaktayken uyuduğu için hep böyle öğleden sonra üç-dört gibi kalkıyordu. Odasında bulunan ve gün ışığını kesen bordo renkli koyu perdeyi sıyırdı, dışarıda hava gıpgri olmasına rağmen ışık gözlerini kamaştırdı. Gözlerini ovdu, dışarıya baktı. Karşı apartmanın bahçesinde beyaz plastik sandalyelerde oturan birtakım adamlar vardı, bahçede tülbentli kadınlar dolaşıyordu, kırklı yaşlarda takım elbiseli bir adam apartmanın giriş kapısının önünde ağlıyor, birkaç kişi de onun yanında duruyordu. ‘Cenaze var’, herhalde diye geçirdi içinden. Bugün, evde, yüksek sesle müzik dinlemeyecekti, ayıp olurdu. Tam perdeyi tekrar sıyırmak üzereydi ki gözü evinden gözüken ana caddeye ilişti. Koyu yeşil örtülü tabutlar taşıyan iki cenaze arabası peş peşe geçti caddeden. Perdeyi kapattı.

Karnı zil çalıyordu, açlığını bastırsın diye hemen bir sigara yaktı. Elinde sigara kıç kadar evde yürüdü, mutfağa geldi, buzdolabının kapısını açtı. Dolapta hem domates, hem peynir vardı, şanslı günündeydi, bakkaldan bir ekmek alması yeterliydi bugün karnını doyurması için. Sigarasından arka arkaya iki güçlü duman aldı, izmariti günlerdir boşaltılmayan küllüğe bastı. Yataktan kalktığı kıyafetlerle, altında dizlerinin üstüne kadar inen bol bir gri şort ve üstünde nerdeyse dizlerine kadar inen bol bir beyaz t-shirt ile kapı önünde terliklerini giydi ve bakkala gitmek için evden çıktı.

Dışarıda hava kasvetliydi, şair nasıl diyordu, ‘hava kurşun gibi ağırdı’. Gri, kapalı bir hava, yağdı yağacak gibi duran yağmurun gerilimini taşıyan kapkara bulutlar… Vakit öğleden sonra olmasına rağmen etrafta çıt çıkmıyordu, her yere bir sessizlik hakimdi, ölüm sessizliği… Sokaklar küf kokuyordu sanki, küf müydü, ağır bir koku işte. Sokaklar çürümüş et kokuyordu, sanki günler önce ölmüş ve öldüğü unutulmuş canlıların çürümeye başlamış etleri… Sokaklar gözyaşı kokuyordu, ıslanan yanaklarda kurumuş kalmış damlalar… Sokaklar keder kokuyordu, acı ve çaresizlikle bezenmiş… Sokaklar ölüm kokuyordu, herkesin karşısında teslimiyet ilan ettiği…

Bir iç sıkıntısı içerisinde mahallenin bakkalına geldi. Her yere yayılıp her yeri ele geçirmek isteyen zincir marketlere kendi çapında direnmeye çalışan ellili yaşlarının sonunda babacan bir adamdı bakkal. Tüm müşterilerini tanıdığı gibi her gün böyle öğleden sonra uyanıp ekmek almaya gelen bu genci de tanırdı.

Genç girdi bakkala, bakkal kasa olarak kullandığı eski bir masanın arkasındaki beyaz plastik sandalyede oturuyor ve hemen kulağının dibindeki radyoyu dinliyordu. Radyoda tüm olan bitenleri gence haber verecek bir haber yoktu, aksine; seksenli yıllardan kalma arabesk bir şarkı (Atilla Kaya – Sus) çalıyordu. Bakkal hiçbir şeye aldırış etmeksizin şarkıya dalıp gitmişti, o kadar öyleydi ki dükkana giren genci dahi fark etmemişti.

Bakkalın, mahallede cenaze varken, dükkanında oturup, tamam çok gürültülü olmasa da şarkı dinliyor olması garibine gitmişti gencin. Ama yine de ilk etapta bu şarkı keyfini bozmak istemedi bakkalın, hiçbir şey demeden, ekmek dolabına yöneldi ve bir ekmek aldı. Bakkala parayı ödemek için yaklaştığında mahalledeki cenaze hakkında bilgi almak için yavaşça konuşmaya başladı.

Arkada şarkı devam ediyordu.

“Salim abi, cenaze var herhalde mahallede…”

Bakkal Salim başını dalıp gittiği düşüncelerden yavaş yavaş kaldırdı.

“Mahallede mi?”

“Evet…” diye onay verdi genç ve devam etti. “Benim evin karşısındaki apartmanın önünde kalabalık var da…”

Bakkalın şaşkınlığı iyice artmıştı.

“Olanlardan haberin yok mu senin?”

“Noldu abi?”

“Bütün 1997’liler intihar etti bu sabah, duymadın mı?”

Bir sessizlik oldu, ne diyordu bu bakkal? Akşam rakıyı fazla mı kaçırmıştı yoksa, ama nasıl olur da vakit öğleye gelmesine rağmen hala ayılmazdı?

“Nasıl? …. E ben de 1997’liyim?” şeklinde bir şeyler geveledi genç.

Bakkal daha da şaşırdı, gözleri fal taşı gibi açıldı.

“Sen 97’li misin?”

“Evet?”

“Sen niye intihar etmedin?”

“İntihar mı etmem gerekiyordu?”

“Hepsi etti!”

“Kim hepsi?”

“İşte 97liler! Sen 97li değil misin?”

“97’liyim.”

“Sen niye intihar etmedin?”

Diyalog anlamsız bir yere, hiçbir yere varmayacak saçma sapan bir tekrara evriliyordu. Genç, bugün bakkala bulaşmaması gerektiğine kanaat getirdi.

“Abi sen iyi değilsin herhalde bugün, ben vaktini almayayım senin, hadi hayırlı işler.” dedi ve avucunda tuttuğu bir ekmek almaya yetecek bozukluklar silsilesini bakkalın masasına bıraktı.

Bol şortunun ve bol t-shirtünün içerisinde sallana sallana, bakkaldan çıktı. Gencin gidişini görünce hemen sandalyesinden fırladı Bakkal Salim.

Şarkı bitmişti.

Yolun karşısında, park ettiği eski, külüstür bir pikaptan mahalleye meyve sebze satan manava bağırdı bakkalın kapısından.

“Remzi yakala şunu! 97’liymiş bu?!”

Manav Remzi, hemen önünden geçmekte olan gencin üstüne çullandı. İri kollarıyla genci sımsıkı sardı, genç ne olduğunu bile anlamamıştı. Manav, sigaradan çatallaşmış sesiyle kollarının arasına hapsettiği gence sordu.

“97’li misin lan sen?”

Genç paniklemiş ve dahası korkmuştu.

“Abi noluyor manyak mısınız?”

Gencin yükselen sesine manav da sesini yükselterek karşılık verdi.

“İntihar etme lan, sakın intihar etme!”

“Abi ne intiharı! Manyaklaştınız iyice!”

Manav zapt ettiği gence laf anlatmayı bıraktı, Bakkal Salim’e döndü.

“Salim, polisi ara çabuk. Bunu bırakırsak kesin eve gittiğinde bileklerini keser bu.”

“Ya abi Allah aşkına, niye bileklerimi keseyim durduk yere, kahvaltı edecektim ben.”

“Bırak kardeşim polise anlatırsın meramını!”

Manav, bakkalın da yardımıyla genci paketleyip külüstür pikabın içerisine attı. Genç kaçıp gitmesin diye sağa kapıyı manav, sol kapıyı bakkal tuttu bir müddet. Aradan on dakika ya geçti ya geçmedi, olay yerine polisler geldi. Hayatta kalmış son 1997li’yi tespit edip polislere teslim ettikleri için Manav ve Bakkal memurlardan bol bol övgü aldı.

Kucağında ekmek, hiçbir şey anlamadan boş ve korku dolu gözlerle etrafa bakan genç, polisler tarafından külüstür pikaptan çıkarıldı ve yaka paça ekip otosuna bindirildi. Her şey o kadar çabuk ve o kadar sert oluyordu ki ekip otosuna götürülürken bir ara, gencin terliği çıktı. Gencin ayağından çıkan terliği yerden bir memur aldı ve ekip aracının arka koltuğunda iki polisin arasına oturtulmuş gencin eline tutuşturdu terliği. Genç olayın şaşkınlığıyla, bir sol elinde tuttuğu ekmeğe, bir, sağ  elinde tuttuğu terlik çiftinin tekine bakıyordu. Hemen sağ tarafında oturan polis memuru gencin elini kolunu bu denli rahat hareket ettirmesinden rahatsız oldu ve cebinden çıkardığı kelepçeyi gencin bileklerine kilitledi. Soğuk, ağır, metal bir kelepçe gencin bileklerine baskı uygulamaya başladı.

Uyanıp evden ekmek almak için çıktıktan aşağı yukarı bir saat sonra genç, kendini eski bir emniyet binasının rutubetli bir sorgu odasında bulmuştu. Bulunduğu odada rutubet görünmüyordu çünkü sorgu odasının dört duvarı da siyaha boyanmıştı ancak mutlaka rutubetli olmalıydı bu oda, gencin burnuna ağır bir rutubet kokusu geliyordu.

Genç oturduğu sandalyede gözlerini kapattı, boynunu eğdi. Kelepçeli elinde tuttuğu ekmek poşetini kaldırıp önündeki masaya koydu, yine de parmaklarıyla poşeti tutmaya devam etti.

Sorgu odasının kapısı açıldı, içeri uzun boylu bir komiser girdi.

“Kaldır lan başını!” diye çıkıştı gence komiser içeri girer girmez. Genç başını kaldırdı, komiser masanın diğer ucunda duran sandalyeyi çekti, oturdu. Bir süre hiçbir şey söylemeden sert sert baktı gence.

“Sen mi organize ettin?” şeklinde bir soru yöneltti komiser gence, yavaş, sakin ve kendinden emin bir ses tonuyla.

Genç çatallaşmış sesini öksürerek düzelttikten sonra karşılık verdi.

“Neyi komserim?”

Komiser sinirlendi.

“Ayak yapma lan! İntihar olaylarını işte!”

Komiserin siniri yükseldikçe genç de haksız yere orada olduğunu ispat etmek adına daha coşkulu, daha ağlak bir tondan konuşmaya başladı.

“Komserim benim hiçbir şeyden haberim yok, ben bakkala gittim, ekmek aldım, eve dönüp kahvaltı edecektim.”

“Nesin lan sen? Filozof musun, milleti intihara teşvik ediyorsun. Bana bak, seni burda öyle Nietzcheymiş falan hiçbiri kurtaramaz ha!”

“Komiserim; yok, ne intihara teşviği… Nietzche falan benim hiçbir şeyden haberim yok ben eve gidip kahvaltı edecektim.”

Komiser duraksadı, bir yandan sözleriyle gencin üzerine çullanıp panik anında gencin ağızdan kaçacak bir itirafı yakalamaya çalışsa da, bir yandan da gencin tüm olan bitenlerden habersiz bir salak olabileceği ihtimalini de aklında tutuyordu.

Tekrar sakin bir tona düşürdü komiser sesini.

“Niye bu saatte kahvaltı ediyorsun?”

Komiser sakinleşince, genç de sakinleşti.

“Geç yatmıştım akşam, anca uyandım…”

“Kaçta yattın?”

Sabah 7 gibi falandı”

Komiserin gözleri fal taşı gibi açıldı.

“Kesin sen de intihar edersin!”

Genç bu lafı evden çıktığından beri o kadar çok işitmişti ki, artık dayanamadı, güldü.

Gencin güldüğünü görünce komiser bir kez daha sinirlendi.

“Gülme lan! Bütün akranların intihar etmiş sen yavşak yavşak gülüyorsun burda! Sen niye intihar etmedin?”

“Komserim ben hiçbir şey bilmiyorum!”

“Nasıl bilmiyorsun lan! Twitter da mı kullanmıyorsun?”

“Kullanmıyorum. Bir süredir tüm sosyal medya hesaplarım kapalı, üç kuruş parayla hayatta kalmaya çalıştığım için, dışarı çıktığım bile yok günlerdir…”

“Niye kapalı sosyal medya hesapların?”

“İnsanlardan çok bunaldım”

Komiser gözlerini açtı şaşkınlıkla, başını tehditkar bir şekilde sallayarak konuştu.

“Demek öyle… Bana bak delikanlı, savcılıktan izin çıktı, evinin ve bilgisayarının altını üstüne getiriceğiz, eğer bu işlerde parmağın varsa bittin sen!” dedi ve sandalyesinden kalkıp sorgu odasından çıktı.

Genç, “ben hiçbir şey yapmadım, bırakın gideyim!” diye bağırsa da komiserin arkasından, kimseler onu duymadı.

O geceyi nezarethanede, bir anlamsızlık içerisinde, düşüncelerle geçirdi genç. Nezarethanenin küçük penceresinden, parmaklıklar ardından gökyüzünü izlerken düşünüyordu. 1997lilerin hepsi gerçekten intihar mı etmişti, çocukluk arkadaşları, lise arkadaşları, üniversite arkadaşları, eski sevgilileri, bir zamanlar beraber gülüp ağladığı onca insan gerçekten bir anda, pat diye yok mu olmuştu? Nasıl olurdu, onun nasıl haberi olmazdı böyle büyük bir karardan? Niye kimse haber vermemişti ona, nasıl duymamıştı alınan bu büyük kararı? Sosyal medyada bir süredir olmadığı ve parasızlıktan hiçbir arkadaşıyla bir süredir görüşmediği için bu büyük olayı kaçırdığına inanamıyordu.

Herkes gibi o da, arada sırada düşünürdü intihar etmeyi. Ama o her zaman bilirdi ki, onun trajedisi bir gün intihar edecek olmak değil, hiçbir zaman intihar etmeye cesaret edemeyecek olmasıydı. İntihar etse, biraz konuşulur, kim bilir ardında bırakacağı güçlü bir manifestoyla ölümsüz bile olabilirdi belki ama o intihar edemezdi, gelecekte onu bekleyen aşağılık, küçük düşürücü, sefil hayatı çok iyi bilmesine rağmen intihar edemezdi. Korkardı çünkü ölmekten, korkmasa bile doğacak her güne, içinde bulunduğu her günün yarınına karşı sonsuz bir merak duyardı. Korku ve merak onu hep intihardan uzak tutardı ama toplu bir eylem, tüm akranlarının aynı anda intihar edeceğini bilmek, kesin gaza getirirdi onu ve o hep uzak durduğu intihar eylemini, işte o zaman muhakkak gerçekleştirirdi.

Zaman düşüncelerle aktı gitti. Sabaha karşı, nezarethanenin dış kapısı açıldı. İçeri, akşamüstü bizim genci sorgulayan o öfkeli polis ve takım elbiseli, elinde siyah deri çanta taşıyan bir adam girdi. Nezarethanede genç tek başına tutuluyordu, bu gelenler kesinlikle onun için gelmiş olmalıydılar. Çok geçmeden, polis ve takım elbiseli adam, hiçbir şey söylemeden onun bulunduğu yere doğru yöneldiler. Polis cebinden anahtarlıkları çıkardı, genci içeride kapalı tutan parmaklıkların üstündeki büyükçe kilidi açtı. Takım elbiseli adam gülümseyerek içeri, gencin yanına girdi. Polis, sırtını parmaklıklara yasladı, biraz daha uzak duruyordu gence.

Sessizliği bozan da polis oldu.

“Evini, bilgisayarını araştırdık, genç” dedi. “Hiçbir sonuç çıkmadı,”

Genç sessiz kaldı, bir şey demedi. Polis devam etti.

“Bu toplu intihar olayıyla hiçbir alakan yokmuş, yani seni burada tutmamız için bir sebep yok, serbest kalıyorsun.”

“Ama önce…” diye lafa girdi takım elbiseli adam, gencin dizinin dibine, nezarethanenin tahta iskemlesine oturdu.

“Ama önce, biz de bir konuşalım.”

Takım elbiseli kendini tanıttı.

“Ben profesör doktor Suat Ali Uçar, savcılık makamına bağlı psikoloğum.”

Savcılık, profesör, psikolog… Duyduğu kelimeler birbirine karışıyordu gencin, kafası allak bullaktı. Psikolog devam etti.

“Senin de bildiğin üzere, tarihin gördüğü en korkunç sosyo-psikolojik vakalardan biriyle karşı karşıyayız. Bir akran grubu, ki senin de içinde bulunduğun akran grubu bu, toplu bir şekilde intihar etti. Ama sen etmedin, anlaşılan o ki tamamen tesadüfen, toplu intihar vakası öncesi dolaşıma giren hiçbir broşüre, hiçbir bildiriye ve hiçbir sosyal medya paylaşımına denk gelmedin. Ve hayatta kaldın.”

Genç yutkundu, boğazı kurumuştu. Evet hayattaydı ama bir yudum su istemeye bile mecali yoktu. Son birkaç saattir, hayatta kaldığına hepten pişman olmuştu.

“Belirli bir yaş grubunun, hayatta kalan son temsilcisi oldun, kendinle gurur duymalısın!” diye devam etti psikolog.

Ne demezsin? Nasıl da gurur duyuyordu genç bu durumla, şu karşısındaki parmaklıklara yaslanmış duran polis memurunun belinde parıldayan tabancayı kapıp şuracıkta kendi kafasına sıkmamak için zor tutuyordu kendini! Öyle büyük bir gurur!

Psikolog umarsızdı, sözler boca ediyordu gencin üzerine.

“Hiçbirimiz senin intihar etmeni, hayatının en güzel döneminde canına kıymanı istemeyiz.”

Ne de güzel bir dönemdi hakikaten, ne şanslıydı genç yaşadığı için, paslı parmaklıklar, rutubetli bir nezarethane ve ölüm kokan sokaklar! İnsanın içine yaşama şevki doluyordu!

“O sebeple seni bir süre gözlem altında tutacağız delikanlı! Senin iyiliğin için, insan canı söz konusu olduğunda hukuk biraz esnetilebilir, öyle değil mi?” Son cümlesini söylerken sırıtıyordu psikolog.

Polis lafa girdi,

“Tüm yetkililer senin intihar etmeni engellemek için her şeyi yapacak delikanlı, asla intihar etmeyeceksin merak etme!”

İntihar etmeyi aklının ucundan bile geçirmediği, yalnızca ekmek alıp kahvaltı etmek istediği bir günün gecesinde, tüm yetkililerin onun intihar etmesini engellemek için seferber olacağını işitiyordu; hayat ne kadar sürprizlerle doluydu. Ancak gençte, bu sürprizlerle baş edecek takat kalmamıştı. Söylenen hiçbir şeye karşılık vermiyordu.

Konuşmayı psikolog devraldı.

“Tabi bu geçici bir süreliğine böyle olacak, bizleri sağlıklı bir birey olduğuna, intihar etme potansiyeli taşımadığına ikna ettiğin an her şey senin için normale dönecek!”

Gencin işi zordu, yani bunu sabah isteseler oldukça kolay bir şekilde halledebilirdi ama gün boyu intihar meselesiyle alakalı bu kadar saçma sapan şeye tanık olduktan sonra, şu an, ister istemez intiharı düşünüyordu.

“Gözün korkmasın, zor bir şey beklemiyoruz senden,” dedi psikolog. “Evvela düzgün bir iş bulacaksın, sabah girdiğin akşam çıktığın saatleri belli olan, hafta sonları tatil olan bir iş! Hayattaki kaygıların kariyerinde nasıl yükselebileceğinle alakalı olacak, müdürünün hangi renk kravat takmayı sevdiğini düşüneceksin, hafta sonu iş arkadaşlarınla bowlinge mi gitseniz yoksa mangala mı diye tartışacaksın, ay sonu yatan primlerle kendine yeni bir ayakkabı almayı hayal edeceksin! Kredi kartı çıkaracaksın delikanlı, kredi kartı borcu olmayan insanın sağlıklı bir psikolojisi olamaz! Kredi kartına bilmem kaç ay taksitle çok beklediğin bir teknolojik aleti alacaksın!”

Genç bu küstah psikoloğun aşırı özgüvenli laflarından tiksinti duymaya başlamıştı. Acaba intihar eden 1997’lilerin kaçının kredi kartı borcu vardı? Sormaktan vazgeçti.

“Sonra,” dedi psikolog. “Yalnızlık başa beladır, bir sevgili bulacaksın kendine! Biraz flörtleşecek, biraz sevgili olacak, sonra da hemen evleneceksin! Evlilik çok ötelenmeye gelmez…”

Genç yorgunluktan sulanmış gözlerini anlamsız bir şekilde psikoloğa dikti.

“Korkma yahu korkma! 97’lilerin hepsi gitti ama bak 98’lilerde ya da 99’lularda da fıstık gibi kızlar var, bulursun birini! dedi psikolog ve iğrenç bir kahkaha patladı. Parmaklıklara yaslanan polis memuru da ona eşlik etti.

Nezarethanedeki ağır rutubet kokusuna, ağızlardan kahkahalarla birlikte çıkan iltihaplı tükürüklerin kokusu karışıyordu.

“Düzenli bir işte çalıştığın, evlenip yuva kurduğun, ha bir de unutmadan, muhakkak çocuk yaptığın bir hayat düzenini kendine gerçek kıldığın an seni gözlemlemeye artık gerek duymayacağız. Hayatta kalan son 1997’li olarak işte ödevlerin bu, bir böcek gibi yaşamanı istiyoruz delikanlı! Unutma, böcek gibi yaşamak kulağa tiksinç gelse de, böceklerin hiçbiri intihar etmez çünkü hepsi, her dakika ezilip öleceklerine dair büyük bir korku taşırlar!”

Genç anlatılanlara daha fazla dayanamadı ve kustu. Akşamüstü nezarethaneye girdiği ilk saatlerde getirilen kalitesiz karakol yemeği midesini bozmuştu. Mermerin üzerinde biriken kusmuk havuzundan akan sıvılar yavaş yavaş polis memurunun ayakkabılarına kadar ulaştı.

“Haydi gel,” dedi polis. “Birkaç işlem var, onları halledelim, sonra da seni evine bırakalım.”

Genç ağzını sildi, ayağa kalktı. Kurbanlık koyun gibi psikolog ve polisin arasında yürüdü.

Resmi evrak işleriyle birkaç saat daha geride bırakıldı.

Artık şafak sökmüş, hava aydınlanmıştı. Tüm 1997’liler intihar edeli neredeyse 24 saat olmuştu ve hayatta kalan son 1997’li, bir polis otosunun içinde, kucağında dünden kalma bir ekmek, iki polisin ortasında ama bu sefer elleri kelepçesiz evine doğru yol alıyordu.

Eve vardılar. Araçtan indikten sonra gencin tenini sabah serinliği selamladı. Bugün de, tıpkı dün gibi, bulutlu, gri bir eylül günü olacaktı. Ölen 1997’lilerin cenazeleri defaatle defnedilecek, sokaklar yine acı, gözyaşı ve ölüm kokacaktı.

İki polis, hızlıca apartmanın giriş kapısına geçti. Öylece beklemeye başladılar. Başka iki polis ise gence apartmanın içinde de eşlik etti, daire kapısının önüne kadar geldiler. Kucağında dünden kalan bayat ekmeği taşıyan genç, anahtarını taktı kilide, kapıyı açtı, tam evine girmek üzereyken kapısının önünde bekleyen üniformalı bir polis memuru kolundan tuttu.

“Kahvaltı ettikten sonra sakın uyuma, bugün bütün gün uyanık kal, akşama erken yatıp uyku düzenini toparlarsın!” dedi gence.

Genç hiçbir şey demeden eve girdi. Çelik kapıyı sertçe kapattı. Dün, tüm bu intihar olaylarını onun organize ettiğini düşündükleri için, polisler evi karmakarışık bırakmıştı. Tüm koltuklar, halılar, kitaplıklardaki kitaplar her şey altüst haldeydi. Bilgisayar, polisler tarafından incelendikten sonra aynı yerli yerine bırakılmıştı ama artık evde başka teknolojik aletler de vardı. Evin her odasının köşesine avuç kadar duran ve bir gözü andıran kameralardan yerleştirilmişti.

Genç ne kameraları umursadı ne de etrafın dağınıklığını. Karnı zil çalıyordu ve artık nihayet kahvaltı etmek istiyordu. Ekmeği masanın üzerine bıraktı, buzdolabını açtı, biraz peynir, biraz zeytin çıkardı.

Yazdığı öyküleri seslendirip YouTube’a koyan yeni yetme bir yazarın paylaştığı son öyküsünü dinleyerek kahvaltı etmeye başladı. O esnada perdenin kenarından, karşı apartmanın çatısına konuşlanmış kar maskeli bir keskin nişancıyı gördü. Gri bulutların arkasına saklanmış gün ışığında uzun namlulu tüfeğinin dürbünü parlıyordu.

SON

Muhammet AKGÖL

 

 

 

 

 

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir