Cemil Yoksel – Bir Yılın Ardından

BİR YILIN ARDINDAN

Herkese selam. Depremin üzerinden bir yıl geçmişken, herkes instagram storylerinde depremi andıktan sonra, bu geçen bir yılın ardından yaşanan deprem özelinde nerede olduğumuzu yalın bir şekilde anlatmak istedim. Storylerin de içten duygularla paylaşıldığından şüphem yok, yine de; bir şeyleri anmanın yahut kınamanın sembolik değeri olmakla beraber günün sonunda hiçbir şey yapmaktan pek bir farkı olmadığını unutmayın. “Elimizden başka ne gelir ki?” diye düşünebilirsiniz. Doğru, doğal bir olay karşısında elinizden pek bir şey gelmez. Lakin doğal olan olayın nasıl ve hangi sebeplerle afete dönüştüğü üzerine düşünecek olursanız pek çok şey yapılabileceğini ve pek çok şeyin değiştirilebileceğini görebilirsiniz. Söylemlerin, gerçeğin önüne geçtiği; kaderciliğin zirve yaptığı bu zamanda, tek tıkla yapılan anmalar ve rahmet okumalar eylemsel gözükse de bana göre vicdan rahatlatmaktan başka bir işlev görmüyor. Boş verin, rahmet okumayın, zaten bizim selamız depremin ikinci günü okunmuş. Bu da enkazdan çıkan son ölüden 284 gün önce eder. Anlayacağınız bu bir yılda bırakın yaraların sarılmasını, kanaması bile durmadı.

Bu bir yıl içerisinde, gel git yaparak Hatay’da uzun süre geçirdim. Bildiğim her şey yok olmuştu ve yerini bilmediğim yerler almamıştı. Bir gece, iki dakikada her şey değişmişti de sonra bir yıl boyunca hiçbir şey değişmemişti.

Bir yıl sonra ancak kaldırılabilmiş enkazların gerisinde kalan uçsuz bir boşluk ve yer yer dikili, akıbetleri belirsiz az/orta hasarlı binalar… Enkazların toplanması bitmeden başlayan kazılar, atılan temeller… Eskiden evlerinin olduğu yerlerin yanına/yerine kurulan çadırlar, koyulan konteynerlar… Fark ettim ki uzak bir yerde kalmak zorunda olanlar bile sık sık eskiden evlerinin olduğu yere geliyor, üzerinde yürüyüp düşünceli bir yüz ifadesi ile ayrılıyorlar. Kimse ne yapacağını bilmiyor çünkü eskiden evinizin olduğu yer rezerv alan ilan edilmiş ve sizin hiçbir söz hakkınız kalmamış olabilir. Hatta hala bir eviniz varsa bile rezerv alan dolayısıyla sağlam olan eviniz yıkılabilir. Betonarme bir ev yapmak istiyorsanız yerinde dönüşüm projesine başvurabilirsiniz. Kabul olursa bir sürü uzun bürokratik aşama sizi bekliyor ama bu aşamalar bile henüz yarım yamalak belli ve gittiğiniz kurumlar sizi bir diğerine yönlendirmekten öte bir bilgi vermiyor. Bunlarla uğraşmak istemiyorsanız prefabrik evler de bir seçenek ama yanına bir kulübe yapmayı unutmayın çünkü beş metrekarelik kulübeye elektrik ve su bağlatabilirsiniz de prefabrik yaptığınız eve bağlatamazsınız. Bunlar en iyi ihtimaller çünkü bunlardan birini yapmayı düşünüyorsanız en azından yeriniz ve bir miktar paranız var demektir. Onun dışında yeşil alan, park gibi yerlere bir konteyner veya çadır yerleştirdiyseniz ilk çıkan kararla konteynerınız zaten kaldırılmıştır. Daha sonra çıkan kararla da bu tarz alanlarda kurulu çadırların da sökülmesi uygun görülmüş. Sebebini sorarsanız; valiliğe yangınlara karşı alınabilecek en mantıklı önlemin bu olması. Çadırı söküyor ve gidiyorlar.

Tüm bu belirsizlik ve hiçliğin ortasında insanların son derece gergin ve depresif olduğunu duymak sizi pek de şaşırtmaz sanıyorum. Yine de, tipik Akdeniz insanı olarak Antakyalılar tüm bu negatif duyguların üzerine ince bir neşe katmanı örmüşler. Doğrusu tüm yaşananlara rağmen hala umutlu ve hayat enerjisi yüksek insanlarla karşılaşmak hem şaşırtıcı hem sevindirici. Daha depremin ilk haftalarında en azından kaybı maddi düzeyde kalmış olanlar hayatın bir köşesinden tutunmaya başladılar. İlk başta ülkenin dört bir yanından gelen yardımlar bitince devlet tarafından bunun daha kontrollü bir şekilde devam edeceğini sandıktan kısa süre sonra herkes elinden geleni yapmaya başladı. İş yerleri kurdular, ticarete başladılar, yaşayacak yerler yapmaya çalıştılar. Örülen neşe gibi yapılan tüm bu çabalar da güne devam edebilmek için veriliyordu. Anlayacağınız hayat devam etti ancak kaldığı yerden değil*

Tam bir yıl geçmiş olmasına rağmen hala çadırda yaşayan insanlarımız var. Konteyner kentler sayıca artmış olmalarına ve daha kırsalda yaşayanların kendi imkanları ile kendi topraklarına koydukları konteynerlarda yaşıyor olmalarına rağmen hala çadırda yaşayanların olması bize planlamanın ve ayrılan bütçenin beceriksizliği dışında bir şey söylüyor: İnsanların ekseriyeti ya gitmedi ya da geri döndü.

Hatay şehir olarak pek çok sorununa rağmen ruhu olan bir şehirdi. Bu kolay kolay vazgeçebileceğiniz bir özellik değil. Bu ruhun iki büyük bileşeni var. İlki Eski Antakya başta olmak üzere yüzyıllardır ayakta duran yapılar; ikincisi ise pek çok etnisite din ve mezhepten oluşan ve beraber yaşamayı benimsemiş halktır. Doğrusu beni en çok endişelendiren yeni kurulacak olan Hatay’da bu iki özelliğin tekrar sağlanıp sağlanamayacağı. Türkiye’de restorasyon pek hakkıyla yapılan bir iş değil hele şimdi sayısız bina söz konusuyken ne kadar özenileceğine dair ciddi şüphelerim var. Altı yüz yıllık kilisenin bakanlığın miras listesinde olmadığı için yıkılması da bu şüphelerin pek yersiz olmadığını bana gösterdi. Halk meselesi ise çok da karmaşık ve tartışmalı olduğundan o konuya girmeyeceğim.

Bir yılda en azından temel ihtiyaçların sağlanabildiğini sanırsınız ama bugün en büyük sorunlardan biri hala su. Yıkımlar dolayısıyla patlayan su ve kanalizasyon boruları haftalarca yapılmadan kalıyor ve çok büyük ihtimalle de karışıyor. O suyu içmeyip yemeğinize katmasanız bile (ki bunun için suyu satın almanız gerekir) yüzünüzü yıkarken duş alırken o suyu kullanmak mecburiyetinde kalıyorsunuz. En son yapılan analizlerde suyun yoğun miktarda bakteri içerdiği raporlanmıştı lakin bu bilgi başka çaresi olmayan insanların canını sıkmaktan öte bir etki yaratmadı. Su dışında sürekli analiz edilmesi ve ölçülmesi gereken bir madde daha var: Asbest. Yıkımlar sırasında çıkan tozlar yetmezmiş gibi yıkım şirketlerinin demiri alabilmek için enkazın üzerinde ayrıştırma yapması yüzünden havaya karışan asbest kırılan borularla suya da karışıyor. Gerçi enkaz kaldırıldıktan sonra çok da uzağa taşınmıyor, üstü açık yığınlar halinde bırakılarak rüzgarla yavaş yavaş her yere yayılıyor. Orta vadede astım uzun vadede akciğer kanserine sebep olduğu bilinen bu madde ilerde biricik! akademiye pek çok retrospektif yayın kazandıracak. İşte bugünkü bilim ve akademinin katkısı bu kadar.

Yakında Hatay’dan okul için ayrılacağım. Gitmeden Eski Antakya’yı bir kere daha görmek istedim. Bakanlık tarafından onarılacağı için şuan deprem zamanındaki gibi duruyor. Eskiden oturduğum yıkılmamış bazı kafelerin içinde duran tozlu ve boş masalar bu gelişimde yüzleşmem gereken en zor şeydi. Ta ki iki hafta sonra depremde kayıp ihbarı verilmiş olanların ölü ilan edileceğini duyana kadar. Kaybolan kişi sayısı canlı veya cansız halde bulunmayan ve yakınları tarafından ilan verilen kişileri kapsıyor. Yani demiri için makinalarla üzerinde tepindikleri ve daha sonra kamyonlara yükleyip götürdükleri o molozların içinde bir sürü insanın yattığı şüphesiz. Bunun dışında depremde ölmemiş olup daha sonra kaybolan pek çok kişi ve çocuk ilanı da bulunuyor. Akıbetleri de meçhul. Zaten artık arayan da kalmadı.

Ayrılmama birkaç gün kala oturup hüngür hüngür ağladım. Sebebi yalnızca bu bir yılda yaşadıklarımız değildi. Burayı terk etmenin zorluğu çöktü üstüme. Tüm sevdikleriniz bu koşullarda burada yaşamaya çalışırken gitmek herkes için acı vericidir. Gerçi Antakya’yı bırakmak benim için hep zor olmuştur. Bu haldeyken bile Antakya’dan gitmek istemiyorum ve bin kez de üzerime yıkılacağını bilsem yine burada doğmak isterim.

Not: Son günümde Eski Antakya’daki No11 adlı mekana gitmeye ve oradaki Fairuz tablosunun akıbetini öğrenmeye çalıştım ama ne yazık ki oraya kadar gidemedim. Antakya’da yürürken rahatlıkla duyabileceğiniz şarkısını da buraya bırakıyorum.

Cemil YOKSEL

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir