Muhammet Akgöl – Elveda Lavanta Kokulu Sokaklar

Tablo: Dreama Tolle Perry – Kasaba Evi

ELVEDA LAVANTA KOKULU SOKAKLAR

Dar sokaklarda asmalar, asmaların dallarında koruklar olurdu, sokakları daraltan eski Rum evlerinin yüksek taştan bahçe duvarlarının tepesinden gözükürlerdi. Dar sokaklarda aslanağızları olurdu. Tupturuncu, sapsarı, kızılsarı. Sokakları daraltan bahçe duvarlarıyla, rastgele sokağa saçılmış gibi duran Arnavut taşlarının birbirine temas ettiği noktalarda filizlenirlerdi. Dar sokaklarda lavanta çiçekleri olurdu. Rum evlerinin bahçesinden sokağa taşmış, mor beyaz yapraklı erguvan ağaçlarının köklerinde biterler, büyürler, serpilirler, hem duvar tepelerindeki koruk ağaçlarını, hem rengarenk yapraklı erguvan ağaçlarını, hem de duvar diplerindeki aslanağızlarını bastırırlardı.

Her kentin, her mevsimde kendine ait bir imgesi olur, bu küçük sahil kentinin de imgesi lavantalardı. Gereksizdi korukların inadı, gereksizdi aslanağızlarının dirliği; bu kent, lavantalarındı. Ve sokaklar, ilkbahar bastı mı, misler gibi lavanta kokardı.

Bu dar sokakların birinde, duvarları baştan aşağı erguvan ağacının mor beyaz yapraklarıyla kaplı, İki Tek Bar adında bir bar vardı. Bahçesinde saksılar dolusu lavantalar olurdu ve bulunduğu sokağı baştan sona lavanta kokuturdu. Kentin ressamları, müzisyenleri, yazarları ve şairleri burada takılırdı. Sahibi eski protest adamlardandı, 90’lı yıllarla beraber dünya değişmeye başlayınca reklamcılıktan parayı kırıp zengin olmuş, zenginlikle çürümüş, çürüdükçe bunalmış, bunaldıkça daha fazla dayanamamış, emeklilikte, bu sahil kentine kaçarak cebindeki tüm parayı bu bara yatırmıştı. Kentin sanatçısına destek olur, onların, kendi dünyalarını kurabilecekleri bir mekan olarak bellemesini isterdi bu mekanı.

Özellikle kentin genç şair ve yazarları onu çok severlerdi. Çünkü bu romantik gençler lisedeyken edebiyat derslerinde şairlerin büyülü hayatlarını görüp özenirler, e haliyle gaza gelirler ve mutlaka bir dergi, hiç olmadı bir fanzin çıkarma girişimine kendini kaptırırlardı. Ne yazık ki her romantik gibi, gerçeği görmezler ya da görmek istemezlerdi, bu dergi işleri çok para isterdi ve işte barın sahibi, bu yaşlı, beyaz top sakallı, beyaz atkuyruğu saçlı, kambur, kısa, muzip gülüşlü adam, onlara bu işler için para sağlardı.

Öğle vaktiydi, dar sokaktan bara doğru yürüyordu yaşlı adam. Kenti ilkbahar basmış, ilkbahardan yüz bulan lavantalar iyice serpilmişti. Barı işletmesinde yaşlı adama yardımcı olan genç, sabah çoktan açmış olmalıydı mekanı. Gündüzleri çok fazla kimse olmadığı için, yaşlı adam, hep geç gelirdi.

Giriş kapısına yaklaştığında içerden sesler duydu yaşlı adam. Kapının etrafındaki erguvan yapraklarını incelermiş gibi yapıp oyalandı, asıl amacı konuşulanları dinlemekti. Sokağı sallana sallana dolaşan fötr şapkalı bir çifte gülümseyerek selam verdi. Kenti ilkbaharla beraber işgal etmeye başlayacak olan turist kafilesinin ilk cemreleri olmalıydı bu çift.

Bahçede gümbürdeyen genç ve dingin sesi tanıdı, şehirde birkaç aydır dergi çıkarmaya başlayan genç şairlerden birinin, Hakan’ın sesiydi bu, anlatıyordu:

“Biz onunla Koruk Suyu Kıraathanesi’nde her toplandığımızda…”

Bir de Koruk Suyu Kıraathanesi vardı tabi… İki Tek Bar’ın müşterisine, kentin sanatçı zümresine hitap eden etrafı tamamen koruk dallarıyla kaplı ve müşterilerine yalnızca koruk suyu servis eden bir mekandı. Daha samimi, sohbet etmeye daha elverişli bir mekandı; ama sahibi, bar sahibi yaşlı adamın aksine, maddi destek sağlayamadığı ve alkollü içecek bulundurmadığı için, sanatçılar İki Tek Bar’dan hala tam anlamıyla vazgeçemiyordu.

Genç devam etti;

“Yani biz Koruk Suyu’nda her buluştuğumuzda, mutlaka şiirden ve aşktan bahsederiz. Ben oraya yalnızca onunla inat etmeye, hatta kavga etmeye giderim çünkü o, fikirlerini çok ateşli bir şekilde savunur. Bir gece çıkar divan edebiyatından beyitler okur, ben hemen kalkarım, ‘Hayır, o öyle değil, yanlış okudun!’ diye çıkışırım ona, ama sırf inat olsun diye… O yüzden çok kavga ederiz, onunla aramızda, gerginlikten beslenen çok iyi bir arkadaşlık vardır. ”

Yaşlı adam, gözlerini karşısındaki tüm mor/beyaz yapraklarda dolaştırmıştı, artık inceleyecek bir şey kalmamıştı. Genç anlatıyordu, acaba karşısında kimler vardı, bu gelenler yeni insanlar mıydı? İçerden duyulan,  bir masanın etrafına dizilmiş insanların gülüşmelerinin arasından şu cümleyi işitti:

“Bensiz görürseniz onu, mutlaka ona söyleyin, Ayvalık, Ayvalık olalı hala intihar etmiş bir şair görmedi, Hakan sana kırgınmış bu yüzden, deyin!”

Şiiri duydu, aşkı duydu, arkadaşlığı duydu; hiçbirinde içeri girmeye yönelmedi yaşlı adam, ama intihar sözcüğünü duyar duymaz kulakları kabardı, hemen içeri koşar adım attı ayaklarını.

Bahçenin duvar dibindeki uzun demir masanın etrafında üniversite öğrencisi Hakan ve daha önce yaşlı adamın hiç görmediği beş altı genç tünemiş sohbet ediyorlardı. İlk başta onun girdiğini görmediler. O da onları hiç bölmedi, bahçenin duvar diplerine ekili lavanta çiçeklerinin kökleriyle oyalanmaya başladı.

Hakan, masanın başköşesinde oturmuş, diğer gençler tamamen ona dönük, anlatmaya devam ediyordu.

“Bizim Umutla, sohbetlerimiz bir de hep ölümle alakalıdır, kavga etmediğimiz zamanlar hep ölümden konuşuruz. Ama bu hep Umut yüzünden, kendisi ölüme çok takıntılı bir arkadaş… İnançsız birisi halbuki, ama biraz Dostoyevski gibi, inançsız olduğunu kabul edemiyor. Konuştuğunuzda, hiçbir şeye inanmadığına ikna oluyor ama kendi başına kaldığında, inanmak istediğini fark ediyor çünkü ölümden çok korkuyor ve sürekli ölümü düşünüyor. Bende çok fazla ölüm takıntısı yoktur, ben ölüm üzerine çok düşündüm ve bir yerden sonra düşüneceklerimin sonuna geldim, artık o kavram üzerine düşünemiyorum, ama o, düşünüyor. Onun kafası daha iyi çalışıyor benden. Gün içinde mutlaka denk geliriz ona zaten, hele bir ayılsın, (burada gülüyor Hakan), önce ayılması lazım, her gece mutlaka şarap içer.”

Şarap deyince canı çekti, kendi önündeki biraya uzandı, bir yudum aldı. İlkbahar vakti, bir öğle güneşinin altında, gölgelikli bir bahçede serin serin bira içiyor olmak anlatma isteğini perçinledi.

“Bir gün,” dedi, “biz, Umutla iddiaya girdik, bana dedi ki, ‘abi,’ dedi, ‘ikimizden biri, bu hayatta, kesinlikle intihar edecek,’ ben de, inadım ya ona, ‘hayır etmeyeceğiz’ diyiverdim, ve iddiaya girdik; eğer ikimiz de altmış yaşına intihar etmeden gelmiş olursak, ben iddiayı kazanacağım, ama birimizden biri eğer intihar etmiş olursa, iddiayı kaybedeceğim.”

Yaşlı adam daha fazla dayanamadı ölüm konusuna, eşelediği toprağı bıraktı, söze girdi.

“Şurda az önce, çiçeklerin toprağıyla uğraşıyordum, kulak misafiri oldum istemeden… Siz, edebiyatçı gençler ateşle oynuyorsunuz! Öyle ölümle alakalı şaka yapılmaz.”

Hakan başını çevirdi, güldü, ayağa kalktı.

“Vay Cemil Abi, hoş geldin!”

Cemil Abi’yi arkadaşlarına takdim etti.

“Arkadaşlar! Bu, bizim Cemil Abimizdir. Bu mekanın sahibi, eğer bizim Yol Dergisi, hala yayın hayatına devam ediyorsa, kendisinin destekleri sayesindedir. Bizim burada, çok esnaf vardır sanatçıların dostu olan ama hiçbir sanatçı gittiği hiçbir mekandan destek görmez! Cemil Abi tektir, o yüzden biz de onun mekanından başka hiçbir yere gitmeyiz!”

Cemil, Hakan’ın onu yücelten bu laflarından hoşnut olmuştu ama belli etmiyordu. Hakan’ın söylediği bu yüceltici lafları duymazdan gelerek, az önceki konuya geri dönmek ister gibi bir tavır takındı.

“Benim gibi 67 yaşına geldiğinizde, ölümle şaka yapmamanız gerektiğini anlarsınız!”

Hakan gençti, fırlamaydı, çevik bir hareketle yaşlı adamın koluna girdi. Arkadaşlarına doğru gülerek,

“Yoook Cemil abi, biz senin gibi 67 yaşına gelemeyiz. Biz kötü besleniriz, spor yapmayız, stresle yaşarız, beş sene sonra ne olacağımız belli değildir! Bak, bizim kuşağın hepsi elli yaşına gelmeden mevta olacak, siz hepiniz bizden uzun yaşarsınız!”

Cemil, Hakan’ın muzipliğini severdi, genç; ne zaman muziplik yapsa, kendisinde bilgece konuşmanın cüretini bulurdu.

“Siz bize lazımsınız gençler! Karamsar olmayın, mücadeleci olun!”

Hakan’ın arkadaşlarıyla oturduğu masanın karşısında, duvar dibindeki iki kişilik masalardan birinde oturan gençlerden biri, Şair Eşref lafa girdi.

“Ah Cemil Abi! Karamsar olmamak için kelimeler yetmiyor ki!”

Cemil, Eşref’e baktı. Uzun, ince, siyah sakallı, siyah uzun saçlı bir gençti. Karşısında da şehrin tek genç kadın şairi, Seray vardı. Bu ikisi, Hakanla beraber Yol Dergisini çıkartırlardı, şimdi niye ayrı masalarda aynı muhabbete tutuşmuşlardı ki, her edebiyatçı gibi kavga edip yolları mı ayrılmıştı acaba, tıpkı bundan birkaç yıl önce, kendisinin Koruk Suyu Kıraathanesi’nden kavga ederek ceketini alıp çıkması gibi.

Hakan güldü Eşref’in dediğine. Cemil yanılıyordu belki de. Belki de kavga yoktu, gençler sadece ayrı yerlerde oturuyorlardı.

Cemil kurtuldu Hakan’ın kollarından. Tekli masadaki genç kadın şairin yanına gitti, omzuna dokundu. Kadın kısa kesilmiş, yüzünün sol tarafına doğru taralı saçlarıyla yaşlı adamdan yana döndü. İnce kemikli yuvarlak çerçeveli gözlüğü, burnundaki piercing’i ve kırmızı ruju görünür oldu.

“Bu Yolculardan…” Cemil, bu genç şair takımına, dergilerinin isminden dolayı Yolcular derdi.

“…yalnız sana güvenirim, bundan da (parmağıyla Eşref’i işaret etmiştir), bundan da (parmağıyla Hakan’ı işaret etmiştir) sakız şarabı istedim, ikisi de ‘getireceğiz abi’ dediler, getirmediler. Ama sen öyle misin, benim söylememe gerek kalmadan kendin getirdin!”

Genç kadın gülümsedi, gülümsemesi dudak kıvrımlarına yayıldı,  dişleri gözükmedi.

Hakan ayakta, şipşak bir bahane sundu. “Kuntralara arı dadandı bu sene Cemil Abi!”

Cemil yalnızca baktı, kendisine sunulmuş bu genç ve pek dinamik bahaneyi çürütecek kadar enerjik hissetmiyordu kendini. Genç kadın mırıldar gibi, düşük bir ses tonuyla konuştu.

“Ben sana yine getiririm Cemil abi.” Tatlı gülümsemesi, alaycı bir gülümsemeye döndü. “Gerçi… Gerçi Meriç Usta’nınkiler gibi olmaz…”

Meriç Usta… Cemil’ın, bundan yıllar önce Ayvalık’a geldiği zamanlar ilk edindiği arkadaştı. Şu meşhur Koruk Soyu Kırathane’sinin sahibiydi. Dünyaya bakışıyla, edebiyata düşkünlüğüyle, entelektüel kişiliğiyle buralarda namlı olmasına rağmen, namının asıl kaynağı, bağ evinde kuntra üzümlerinden yaptığı Karasakız şarabıydı. Buralarda çok yapılırdı Karasakız şarabı, halk arasında sakız şarabı denirdi, herkesin vardı kendince sakızı ama en iyisini Meriç Usta yapardı. Hiçbir şarap onun şarabının yerini dolduramıyordu. Meriç Usta ile küstüğüne en çok bu yüzden üzülüyordu.

Aynı edebiyat yolunun yolcusuydular. Cemil, Ayvalık’a geldiğinde, her şeyden bıkkındı ama kentin havası suyu ona bir gençlik aşısı olmuştu. Sessiz sakin geçirdiği birkaç aydan sonra, tıpkı gençliğindeki gibi bulunduğu yerin entelektüel çevrelerine girmeye başlamıştı. İsmi Meriç, soy ismi de şarapçılığı ve yazarlığı gibi Usta olan bu adamla da o arayışlar neticesinde tanışmıştı. Aynı kuşağın, aynı mahsulü iki adam, denize karşı bir kentte bir araya gelmişlerdi. Kısa sürede, Meriç Usta’nın sahibi olduğu Koruk Suyu Kıraathanesi’ne kendileri gibi yaşlı entelektüelleri toplamaya başladılar, daha sonra bu yaşlıların arasına gençler de girmeye başladı ve bu küçük sahil kentinde, fikirlerin vuku bulduğu, tartışmaların gırla gittiği bir sanat çevresi oluştu. Meriç Usta, İki Tek Bar’ın açılmasında da hep yardımcı oldu Cemil’e. Ayvalık’ın yerlisiydi sonuçta, bulunacak mekan, falanca yerden alınacak izin, hep Meriç Usta’nın tanıdıkları vasıtasıyla halloldu. Aralarındaki arkadaşlık serpilip gelişti ve yakın arkadaşlığa dönüştü.

Ta ki bir kış gecesi Koruk Soyu Kıraathanesi’nde kopan bir kavgaya kadar… Cemil ve Meriç Usta, Namık Kemal üzerinden şekillenen bir tanzimat yorumlaması sebebiyle büyük bir kavga ettiler ve o geceden itibaren birbirleriyle hiç konuşmadılar. O kadar öyle oldu ki, yolda birbirlerinin yanından geçerken selam bile vermez oldular, zaten bir süre sonra birbirlerine denk gelmemek için özel bir itinayla hareket ettiler. Ne Cemil, Meriç Usta’nın geçtiği sokaklardan geçti, ne Meriç Usta, Cemil’in geçtiği sokaklardan… Birlikte bir edebiyat dergisi çıkaracaklardı, birbirlerinin ve kafaca onlara yakın diğer arkadaşlarının şiirlerini, yazılarını okuyacaklardı; ne dergi çıktı, ne şiir okundu, ne yazı yazıldı. Küslükle geçen onca günün ardından, şimdi her ikisi de birbirinin muhabbetini özlüyordu. Ama Cemil’in özlemi daha bir fazlaydı, muhabbetin yanında, o, bir de Meriç Usta’nın karasakız şarabını özlüyordu.

Hakan, şehir dışından gelmiş arkadaşlarını topladı, onlara etrafı gezdirme bahanesiyle İki Tek Bar’dan çıktı. Ayvalık’ın dar sokaklarında, ilkbahar güneşi altında dolaştılar. Aslanağızlarıyla fotoğraf çekildiler, lavantalarla fotoğraf çekildiler, erguvan ağaçlarının yapraklarının altında fotoğraf çekildiler, kapılarını boydan boya asma kaplamış evlerin önünde fotoğraf çekildiler ve dolaştılar. Dolaşa dolaşa ikindi vaktine geldiler, güneşin yakıcılığı gitti, gölgelerin belirginliği arttı. Derken uzaktan Koruk Suyu Kıraathane’sini gördüler. Hakan, etrafına bakındı, Cemil, Meriç Usta ile küs olduğu için buralardan geçmezdi ama olur ya geçerse, diye temkinli bir şekilde süzdü etrafı. Cemil’in herhangi bir sokaktan çıkmayacağına ikna olduktan sonra arkadaşlarına seslendi.

“İşte, size bahsettiğim Koruk Suyu Kıraathanesi, hemen yokuşun aşağısında arkadaşlar! Haydi, birer koruk içelim!”

Kafile hep birlikte yokuştan aşağı içindi, ancak talihsizdiler, haftanın yedi günü sabahın erken saatlerinden gecenin geç saatlerine kadar açık olan bu kıraathane o an kapalıydı. Bahçesindeki tahta sandalyeler ve masalar toplanmış, üst üste konmuş, mekanın içine hapsedilmişti. Tahta camlar sımsıkı kapalıydı, kışın bile kapanmayan bu camların, bu güneşli ilkbahar gününde kapanması olacak iş miydi, etrafta kimsecikler yoktu, Meriç Usta’nın mekanı hiç boş kalır mıydı?

Kıraathanenin hemen bitişiğindeki dar sokaktan, saçı başı dağınık, montunun ensesi eskilikten yırtılmış, uzun boylu bir delikanlı çıktı. Hakan tanıdı ve güldü.

“Umut, bu ne hal! Sonunda intihara mı karar verdin yoksa!”

Arkadaşları da güldü. Ancak Umut’un gülecek hali yoktu, belli belirsiz konuştu.

“Meriç Usta ölmüş Hakan,” dedi.

Ortalık sessizleşti. Hakan’ın gülümsemesi bıçak yemiş gibi oldu, kesildi. Umut devam etti.

“Sabah vakti, bağa, kuntralara gitmiş, orada kalp krizi geçirmiş, ıssız yer, kimseler görmemiş, anca öğleden sonra, tesadüfen komşu bağcılardan biri bulmuş ölüsünü…”

Kentin lavanta kokulu sokaklarından hızlı bir rüzgar geçti. Etraftaki ağaçların yaprakları sallandı, camı açık rum evlerinin pencereleri çarptı, sokaklardaki kedilerin tüyleri okşandı. Bir ölümün haberi o rüzgarın peşine takıldı, çarpmadık kulak bırakmadı, sokakları aştı, erguvan ağaçlarının arasından, aslanağızlarının yanından geldi; koruklardan lavantalara vardı, Cemil’e haberi, lavantalar fısıldadı.

***

Hakan ve Şair Eşref,  cenazenin üzerinden bir hafta geçmiş olmasına rağmen, Cemil’in karşısına çıkamıyorlardı. Çünkü yaşlı adama, sakız şarabı getireceklerine dair söz vermişler ancak sözlerini tutmamışlardı. Sakız şarabı, tadının lezizliği bir yana artık tüm var oluşuyla Meriç Usta’yı hatırlatan bir imaja dönüştüğü için, bu iki arkadaş Cemil’in karşısına çıkmaya utanıyorlardı.

Neyse ki, genç edebiyatçılar arasında sözünde duran biri vardı. Yol Dergisi’nin ve kentin tek kadın şairi, Seray, beyaz çiçekli elbisesi ve pembe topuklarını gösteren krem rengi sandaletleriyle İki Tek Bar’a girdi. Kucağında bir şişe sakız şarabı…

Yaşlı adam, bar tezgahının arkasındaydı, genç kızı görünce, hele bir de kucağında sakız şarabıyla görünce gülümsedi. Bir haftadır içinde taşıdığı, kendisine küs ölmüş sevdiği bir arkadaşının acısını bir anlığına unuttu.

“Buyur Cemil abi, “ dedi Seray. “Meriç Usta’dan…” Kucağındaki sakız şarabını, Cemil’e uzattı.

Cemil şişeyi aldı, şişeye bakarak yavaş yavaş konuştu.

“Acaba rahmetli, yaptığı şaraplardan bana getirmeni ister miydi?”

Seray gülümsedi, bir gerçeği itiraf etmenin verdiği tedirginlik gülümsemesine karıştı.

“Ben zaten sana, hep Meriç Usta’nın sakız şaraplarından getiriyordum Cemil Abi…” dedi.

Cemil şaşırdı, hayat ve genç bir kadın; insanı, 67 yaşında bile şaşırtabiliyordu işte.

“Peki, bana getirdiğini biliyor muydu?”

“Sana getirmemi, kendisi söylüyordu…”

Sustular. Cemil şarabı aldı, tezgahın arkasındaki içki şişelerinin en üst rafına güzelce yerleştirdi. Geri döndü, tezgahın üstünde duran, saman sarısı bir kağıda yazılmış yarım sayfalık bir yazıyı Seray’a uzattı.

“Sizin derginin yeni sayısında, benden de bir şeyler olsun bu sefer,”

Seray kağıdı aldı.

“Bu sayıda Meriç Usta’nın da bir şiiri olacak,” dedi ve gitti.

Ay sonuna doğru Yol Dergisi’nin yeni sayısı çıktı. Baharın getirdiği coşkun hisler, ölümün getirdiği durgun hislerle iç içe geçmişti derginin sayfalarında. Cemil’in yazısı ve Meriç Usta’nın şiiri aynı sayfaya sığmıştı.

“Bizim Ayvalık’tan, aynı boyalı meşrepten bir şair arkadaşım, Meriç Usta, ki kendisi şiirlerini günün üçüncü sigara paketinin üzerine yazardı. Kötülük dayanışması gereği toplaşmış bir grup genç şairi, Koruk Suyu Kıraathanesi’nin düzayak toplantı salonunda, dumura uğratırken bir gün şöyle demişti: ‘Bana bir tabanca verin, sizin için dünyayı cennete çevireyim!’ Böyle bir şiire başlayan, elbet bütünlerdi onu. Yalınayak Türkçeyle. Ve işte, bütünledi.” diye başlamıştı Cemil yazısına. ‘Bu ölüm, tenha asmaların korukları için bir veda,” diye de bitirmişti.

Ne güzel tesadüf olmuştu ki, Meriç Usta’nın da son şiiri, Cemil’in bitirdiği vedaya karşılık vererek başlıyordu. Meriç Usta’nın şiirinin başlığı şuydu: ‘Elveda Lavanta Kokulu Sokaklar’.

SON

Muhammet AKGÖL

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir