Muhammet Akgöl – Bilyeler

Bilyeler

Lodoslu bir pazar sabahına uyanmıştı. On beş tatilin son günüydü, bu demek oluyordu ki yarın okula gidecekti. Annesinin, küçük kız kardeşini de alıp evi terk etmesinin üzerinden on beş gün geçmişti. On beş tatil ilk defa bu kadar sessiz geçmişti bu evde. Sadece rüzgarın uğultusu yankılanmıştı kasvetli odalarda. Yattığı ranzanın üst katından aşağıya doğru sarkıttı başını. Abisi yoktu. Doğru ya! Köyün tüm çocukları, köyün aşağısındaki eski, terk edilmiş zeytin fabrikasında buluşacak, bilye turnuvası yapacaktı bugün. Geç kalmış olmalıydı, abisine, onu uyandırmadan evden tüydüğü için kızacaktı. Hışımla yataktan fırladı.

Dağınık kıyafet dolabının içini karıştırdı iyice. Temiz kıyafet bulmaya çalıştı, gözüne karne günü çıkarıp attığı mavi önlüğü ilişti. Tatil bitmiş, önlük yıkanmamış, hala aynı yerinde kırış kırış halde duruyordu.

Kendisi üç, abisi dördüncü sınıftaydı. Abisinin tüm dersleri beş gelmişti, kendisinin ise birden fazla kırığı vardı. Neyse ki, tam karne günü, onlar karneleri alıp eve döndükleri esnada eve postacı gelmişti. Artık babasına ne tür bir kağıt verdiyse postacı, o gün, çok büyük bir kavga kopmuştu evde. Annesi, küçük kardeşini de alıp işte o gün terk etmişti evlerini. O günden beri evde çay pişmez, halasının getirdiği yemekler ısıtılmadan yenir ve çok konuşulmazdı. Babasının ağzını pek bıçak açmazdı.

Giyindi, mutfağa yöneldi. Babası her sabahki gibiydi, mutfak masasının tahta sandalyesine oturmuş, elinde beyaz büyük kağıtlar(tebligat derlerdi galiba, öyle bir kelime işitmişti kulağı bir keresinde) gözlerini tam karşısındaki pencereye dikmiş öylece düşünürdü. Elinde mutlaka külünü küllüğe vurmayı unuttuğu bir sigarası olurdu. Yine öyleydi, babası, arkası mutfak kapısına, yüzü tam karşısındaki tahta pencereye dönük, elinde sigara, oturuyordu. Rüzgar, açık tahta pencereden içeri doluyor, esintisi tahta pencereyi pencerenin kirişine çarpıp duruyordu. Dantelli tül perde, aynı esintinin gücüyle dalgalanıyor, adeta rüzgarı görünür kılıyordu.

Babası, sigarasının uzamış külünü küllüğe vurdu. Arkasını tam dönmeden, başını doksan derece soluna çevirip “Ömeer, ha Ömer?” diye seslendi.
“Günaydın baba,” dedi Ömer. İki elini buzdolabının iki kenarına yapıştırdı. Dolabı bir sağa, bir sola oynatarak öne doğru çekti. Abisi ve o, bilyelerini burada saklarlardı. Annelerinin onlara tembihlediği gibi, eğer güzelce saklanmazlarsa bilyelerin başına kesinlikle bir şey gelirdi.

Buzdolabının arkası boştu. Abisi, sabah tüm bilyeleri alıp terk edilmiş fabrikaya gitmiş olmalıydı.

Buzdolabını bir sağa bir sola oynatarak yerine yerleştirdi. Babası yine, ”Ha Ömer?” diye soruyla karışık bir ses çıkardı. Ömer de “Ha baba?” diye yanıt verdi ama çok da oralı değildi, dolabı açtı, kavanozdaki salçayı aldı, babasının masasına geldi. Eliyle, masanın üzerindeki kağıt dağınıklığını babasına doğru itti. Masanın üzerindeki yarım ekmeğe salçayı sürdü. “Ye oğlum, aç kalma,” dediğini işitti babasının.

Ekmeğinden bir diş ısırık aldıktan sonra, “Sen de ye baba” diye yanıt verdi, babasının işitip işitmediğinden emin değildi. Evden çıktı.

Dışarıdaki lodos, köyün bozuk yollarında yatan tozları hava kaldırıyor, havada uçup duran toz bulutları, puslu bir ortam yaratıyordu. Üzerinde koca düğmeli montu, başında annesinin ördüğü gri beresi, parmak uçları kesik eldiveni rüzgardan onu korumaya yetiyor gibiydi ama kendisinin fiziksel özellikleri, rüzgarın onu savurması konusunda çaresiz kalıyordu.

Kısa ve zayıftı. Zayıf olması sorun değildi, zayıflar daha iyi futbol oynuyordu ama boyunun kısalığı bir sorundu. Neyse ki uzayacaktı, bundan emindi, birkaç sene sonra yedinci sınıfa geçtiğinde kesinlikle uzayacaktı. Amcasının küçük oğlu da yedinci sınıfta bir anda boy atmamış mıydı?

Köy sessizdi, etrafta pek hareket yoktu. Tek tük fark ettiği insanların suratında, sanki annesinin nereye gittiğini ona soran bakışlar görüyordu ama kimse açıktan bunu soramıyordu. Cevabı herkes biliyordu: babasının ödenmek bilmeyen borçları, ailesinin sonunu getiriyordu. Ömer, anlamlandıramıyordu ama ne yazık ki biliyordu bu gerçeği.

Eski fabrikanın önüne geldi, Fabrikanın demir parmaklıklı dış kapısından içeriye baktı, bahçede kimseler yoktu. Fabrikanın koca duvarlarına baktı, beresinin içindeki kulaklarına uğultu yapan rüzgar sesinin arasından çocuk seslerini işitti. Demek ki çocuklar fabrikanın içindeydi. Demir parmaklı kapının kolundaki kocaman asma kilidin üstüne bastı, yukarı tırmandı. Paslı demirlere basarak birkaç adım daha yükseldi ve büyük kapının ötesine atarak kendini, fabrikanın bahçesine indi.

Fabrikanın uzun, paslı ve kahverengi ön giriş kapısına yıllar önce kocaman bir kilit vurulmuş, kapı o günden bu yana hiç açılmamıştı. Köyün çocukları hava güzelse, fabrikanın bahçesinde oyun oynarlardı; ancak bugün olduğu gibi hava kötüyse, fabrikanın bahçesinde dolanırlar, arka kapıya giderler, arka kapının üzerindeki, camı uzun zaman önce rüzgarda tuz buz olmuş küçük pencereden içeri atlarlardı. Ömer de öyle yapacaktı ve koşmaya başladı. Koşuyordu çünkü abisi her an tüm bilyeleri kaybedebilirdi. Ömer’e sorsalar, abisi derslerinde ne kadar iyiyse bu bilye işinde o kadar kötüydü ama inatçıydı, ne kadar kaybederse kaybetsin hep daha çok kazanacağına inanır ama hep kaybederdi. Bilyeleri abisi kaybeder, Ömer kazanırdı. Bu yüzden koştu Ömer, kayıpları çok fazla olmasın diye. Fabrikanın taşlı, uzun yıllardır lastik değmemiş turuncu topraklı bahçesinde koştu, soluğu rüzgara karıştı.

Arka tarafa geldi, terk edilmiş eski çöp konteynırının üzerine basıp camı sökük pencereye doğru yöneldi. Önce ayaklarını geçirdi daracık pencereden, daha sonra sırtı içeriye dönük vaziyette yavaş yavaş vücudunun geri kalanını getirdi. Tam göğsüne kadar içeri gelmişti ki ellerini bıraktı ve fabrikanın içine atlayarak indi. İner inmez, daha Ömer tozlanmış üstünü silkelemeye vakit bulamamışken kocaman bir kangal, ağzını açmış, salyalarını ve korkunç dişlerini göstererek ona doğru havlayarak geldi. Ömer’in yapacağı hiçbir şey yoktu, sırtını duvara yasladı, gözlerini kapattı. Köpek havlayarak yanına yaklaştı ve tam Ömer’in dibindeyken durdu. Ömer korku dolu gözlerini hafifçe araladı, köpeğin duvardaki kalın demir boruya bağlı olan zincirini gördü. Köpeğin dev gibi suratı tam karşısındaydı ve hayvan durmaksızın havlıyordu. Kopan gümbürtüyü duyan birkaç çocuk fabrikanın içinden ona doğru koşarak geliyordu.

Çocuklardan bir tanesi Selim’di. Yedinci sınıfa giden, fırlama bir çocuktu.

“Noldu lan Ömer? Korktun mu?” dedi gülerek. Onunla beraber yanındaki çocuklar da gülüyordu.

Ömer cevap vermedi ama rahatlamıştı. Çünkü Selim bu koca köpeğin sahibiydi, nitekim hayvan da sahibini görünce havlamayı kesmiş, diğer duvar dibine usulca yürümüştü. Elini köpeğin kara burnuna yerleştiren Selim, devam etti.

“Biz bağladık köpeği, biz içerdeyken biri gelirse bize haber etsin diye.”
“Nasıl soktunuz içeri?” diye sordu Ömer şaşkınlıkla.
“Nasıl olacak, kapıdan!” dedi Selim, Ömer’in açılmaz sandığı siyah demir kapıya okkalı bir tekme savurup kapıyı ardına kadar açtı.
“Rüzgar kapının menteşesini sökmüş, artık çöpçülüğe son oğlum!” diye devam etti Selim içinde taşıdığı coşkun hislerle. Ona ‘Çöpçü’ derlerdi.

Fabrikanın arka kapısının da kilitli olduğu günlerde, tüm çocuklar eski çöp kutusuna basıp pencereden içeri girerdiler de, dışarı çıkarken, fabrikanın iç tarafından pencereye erişimlerini sağlayacak bir çöp kutusu olmadığından, Selim’in biraz da uzun boyundan faydalanarak, onun avucuna basıp ulaşırlardı pencereye ve öyle çıkarlardı. Selim ise sıçrardı, pencereye tutunur tek başına duvarı tırmanarak çıkardı içerden.

Ömer’i kolundan tuttu, içeri doğru çekti, köpeğin hırladığını ve Ömer’in içeri doğru korka korka yürüdüğünü fark edince hayvanın burnuna yavaşça vurdu.

“Haydi gel içeri, seninki yutuluyor!” dedi, Ömer’e.

Ömer’in korktuğu başına gelmişti, abisi tüm bilyeleri kaybediyordu. Ömer, Selim ve yanlarında iki çocuk, hep birlikte fabrikanın derinlerine indiler.

Bir zamanlar köylülerin ve civar köylerdeki herkesin çuvallara doldurdukları zeytinleri getirip boşalttıkları yerde, şimdi köyün hemen hemen tüm çocukları toplanmış bilye oynuyordu. Çocukların toplandığı bu yer genişçe bir meydan gibiydi, fabrikanın asıl çalışma yeri burası olmalıydı. Duvar diplerinde tek tük, pastan artık kararma noktasına gelmiş, terk edilmiş zeytindöverler vardı. O kadar eski, o kadar kullanışsız haldeydiler ki yıllar boyu fabrikanın içine işemeye ya da içki içmeye giren hiçbir köylü, bu zeytindöverleri çıkarıp eskiciye satmakla uğraşmamıştı bile. Fabrikanın sıvası dökülmüş yüksek duvarlarının arasında ve bu duvarların uzanıp birleştiği, yer yer çatlakların, yer yer kuş pisliklerinin olduğu pus camlı çatının altında çocuklar kıyasıya oyun oynuyordu. Bir zamanlar köylü kadınların elleriyle zeytinleri çalı çırpıdan ayıkladığı bu yerde, şimdi iki tane bilye için birbirine küfür eden çocuklar vardı. Zeytin çuvallarını sırtında fabrikanın ortasına getiren amelelerin hayaleti, bilyeyi başparmağının üstüne yerleştirip atış yapmak için yere çömelen çocukların siluetine karışıyordu. Nerdeyse elli yıl önce kapısına kilit vurulup kaderine terk edilen bir zamanların bereketli fabrikasının bahtsız hayaleti, birazdan iki bilye için yumruk yumruğa kavga edecek çocuklara da tanık olacaktı.

Ömer, Selim ve yanlarındaki iki çocuk diğer çocukların yanına geldiler. Rüzgarın uğultusu, fabrikanın eski ve paslı demirlerinin arasında dolaşmaya devam ediyordu.

Hakikaten de Selim’in dediği gibiydi. Fabrikanın ortasındaki çocuk çemberinin ortasında Ömer’in abisi ve Çamur lakaplı –futbol oynarken çok fazla çirkeflik yaptığı için çocuklar ona bu lakabı takmıştı- dalavereci, şam şeytanı bir çocuk vardı ve bilye kapışıyorlardı. Ömer, çocuk çemberini yardı, ortaya geldi.

“Sefer!” diye bağırdı. Aralarında bir yaş olduğu için, her zaman abisine ismiyle hitap ederdi. Hatta bu yüzden babasının ona birkaç defa kızdığı da olmuştu.

Sefer oralı olmadı. Başparmağının üstünde buz mavisi bir bilye, dizlerinin üstüne çömelmiş, iki metre ilerisinde, çocukların tozlu zemine kırmızı kiremit parçasıyla çizdiği bir çemberdeki hedef bilyeleri çemberin dışına atmaya odaklanmıştı. Oyunun kuralı buydu, hedef bilyeleri çemberin dışına çıkaran, ortaya konmuş iddia miktarı kadar bilyeyi kazanırdı.

Ömer bir daha seslendi.

Sefer döndü, “Ne var lan!? Ne bik bik ötüyorsun, bekle, bir şey yapıyoruz şurda!”

Selim, Ömer’in kulağına eğildi. “Seninkisi yutuldu iyice, elinde ne var ne yok bahse koydu. Oyun büyük…”

Evet, oyun büyüktü. Sahiden de Sefer, sabahtan beri oynadığı tüm oyunlarda, oynadığı tüm çocuklara ama en çok da bu Çamur’a kaybetmişti. Şimdiyse, elinde kalan son sekiz bilyeyi bahse koymuş ve “sekizine!” demişti, kazanırsa kendi sekiz bilyesine ek olarak bir de Çamur’un sekiz bilyesini alacaktı. Sabahtan beri kaybettiği onlarca bilyenin acısı ancak böyle çıkardı.

Sefer, vuruş çizgisinden hedef bilyelere doğru nişan aldı. Buz mavisi bilye kutup yıldızı gibi parıldıyordu. Tam vuruşunu yapacaktı ki sırtında Ömer’in elini hissetti.

“Bırak,” dedi Ömer, “Ben yapayım.” Ömer hissetmişti. Abisi bu oyunu oynayamıyordu. İşin aslı, kardeşinin sorumluluk alması Sefer’in de işine gelmişti, heyecandan dolayı odağını bir türlü toplayamamıştı ve son sekiz bilyeyi de o kaybederse, Ömer’in dilinden asla kurtulamazdı!

Çamur da biliyordu Sefer’in heyecandan kaybedeceğini. Tam da bu yüzden oyuncu değişikliğine itiraz etti. Sefer başladıysa, Sefer devam etmeliydi. Tadı kaçmıştı ama kalabalıktan, diğer çocukların “Kardeşi lan, ne olacak, oyna oyununu!” gibi baskın ifadelerini duyunca fazla üstelemedi, oyuna başladı.

Ömer, bu bilye oyununun Maradonası gibiydi! Bir sekizli, bir beşli, bir onlu, bir beşli daha derken abisinin kaybettiği tüm bilyeleri bir bir geri kazandı. Çamur, tamamen züğürt halde kenarı geldi, Ömer, sabahtan kendisi yokken abisini yutan diğer çocukları da teker teker yuttu. Birkaç saat içinde abisinin kaybettiği bir yumurta poşeti dolu bilyeden daha fazla bilye kazanmıştı. Doldurabildiklerini poşete, poşete sığmayanları montlarının cebine attı iki kardeş. Kazandıkları büyük zaferin üzerlerine yüklediği haklı gururla fabrikadan çıkmaya yönelirlerken Çamur karşılarına dikildi.

“Haksızlık ulan bu! Ben Sefer ile oyuna başlamıştım, oyunbozanlık yaptınız, vereceksiniz bilyelerimi!”

“Hadi lan ordan, sana su bile vermeyiz!” diye karşılık verdi Sefer. Sözünü bitirdiği anda da Çamur üstüne çullandı, birlikte yere düştüler. İkisi yere düşünce bir anda üzerlerine Ömer de atladı. Sefer yerde, onun üstünde Çamur, Çamur’un üstünde Ömer! Kıyasıya bir arbede ve itiş kakış başladı. Neyse ki iki kardeş de montlarının ceplerini güzelce kapatmışlardı da bilyeler etrafa saçılmıyordu. Diğer çocuklar, özellikle de Selim, araya girince bu kargaşa son buldu. Günün sonunda bir yumurta poşeti ve dört mont cebi dolu bilye Ömer ve Sefer’e kalmıştı.

Fabrikanın arka kapısından fabrikanın bahçesine çıktılar. Çocuklardan bazıları, Ömer’in de bahçeye girerken kullandığı yüksek demir kapıdan atlamayı seçiyor, bazıları ise arka kapının tam karşısındaki kırık duvardan bayıra çıkmayı tercih ediyordu. Çamur, üstü başı tozlu, tüm bilyelerini kaybetmiş halde hışımla yürüdü, demir kapıya tırmanıp dışarı atladı. Ömer, Sefer, Selim ve Selim’in büyük kangalı kırık duvardan geçtiler, bayırdan yokuş aşağı inerek köyün sokaklarına vardılar.

Akşam olmak üzereydi, etrafa alacakaranlık hakimdi. Birazdan köyün ıssız sokaklarındaki lamba direkleri teker teker aydınlanacaktı. Fabrikadaki bilye kapışmalarından sonra, çocuklar evlerine dağılmıştı. İki kardeş, Selim ve Selim’in kangalı da öylece yürüyorlar, karanlık tamamen çökmeden evvel evlerine ulaşmak istiyorlardı. Önce Selim’i ve kangalını bırakacaklardı evlerine. Köy kahvehanesinin hemen karşısında, mezarlığa uzanan ıssız bir arazideki tek yerleşim yeriydi o ev. Selim ve kangaldan ayrıldıktan sonra kahvehanenin yan sokağındaki yokuştan dümdüz devam edip kendi evlerine varacaktı iki kardeş.

Her birinin içinde tatilin bitiyor olmasının hüznü, yarın okula gidecek olmalarının gerginliği ve tatil ödevlerini yapmamış olmalarının pişmanlığı vardı.

Selim, artık ortaokul öğrencisiydi. Köyde ortaokul olmadığından, her sabah köy meydanındaki minibüse biner, ilçeye giderdi. Hem ilçedeki çocukların onu aşağı gördüğüne inanmasından, hem de her sabah o kadar yol gitmeye üşendiğinden okul onun için ıstırap gibiydi. Zaten bu yüzden de geçen dönem birçok kez devamsızlık yapmıştı. Tüm gün köpeğiyle ve diğer hayvanlarla köyde vakit geçirmek istiyordu.

Sefer, endişeliydi. Bilye hesabına Çamurla fena kapışmışlardı, daha kötüsü, Çamur onun sınıf arkadaşıydı ve kendine yapılanı asla unutmazdı. Yarın okula gittiklerinde mutlaka tekrar dalaşacaklardı ve mutlaka o dalaşma, kavgaya dönüşecekti. Oysa sınıf öğretmenleri onlara sene başında şöyle demişti: “Sizler artık dördüncü sınıf oldunuz, büyüdünüz! Küçük sınıflar gibi kavga ettiğinizi görürsem, gözünüzün yaşına bakmam, disipline veririm sizi!” Ve işte, kavga geliyordu. Çamur için hava hoştu, öğretmenden korkusu, okuldan beklentisi yoktu. Sefer için öyle değildi, okuyup buralardan kurtulmak istiyor, öğretmenden ve disipline gitmekten çok korkuyordu.

Ömer ise düşünceliydi. İçi huzursuzdu, evet, bilyeleri çok seviyordu ve evet, bu gün sayısız bilye kazanmıştı. Fakat annesi ve küçük kız kardeşi ev terk edeli on beş gün olmuş ve tam on beş gündür onlardan hiç haber almamışlardı. Annesini ve kız kardeşini özlüyor, kazandığı bilyelerin sevinci bu özlemin getirdiği hüznü aşmaya yetmiyordu. Şıngır şıngır ötüyordu cebindeki bilyeler. Hepsi ne güzel bir aradaydılar ve bir arada oldukları için sesleri duyuluyordu. Birbirine çarpan bilyeler bir arada olan mesut bir aile gibiydi sanki ve bir bilye, eğer tek başınaysa, sessizliğe gömülüyordu, tıpkı babasının on beş gündür olduğu gibi.

Bu düşüncelerin yarattığı sessizliği Sefer’in endişesi bozdu.

“Lan! Bu Çamur, yarına okulda bana bulaşmasın!”
Ömer ses çıkarmadı. Duvar dibinde gördüğü kediye saldırmak için tasmasını o yana doğru çekmeye çalışan kangalı zapt ederken, Selim “Kesin bulaşır! Boşuna Çamur demedik ya ona!” dedi.
Selim’in de onun endişesine destek çıkması Sefer’i daha da endişelendirdi.
“Ya çobanları da çağırırsa çıkışa? Sonuçta ona Ömer’le ikimiz, iki kişi daldık…”

‘Çobanlar’ dediği, Çamur’un ikiz yeğenleriydi. Lise çağlarında olmalarına rağmen, henüz daha ortaokuldayken okulu bırakmış ve köyün dağlarında keçi yahut koyun çobanlığı yapmaya başlamışlardı. İkisi de sert çocuklardı, at sırtında gezerler, köyün dar sokaklarında dörtnala at sürerler, denk geldikleri her çocuğu mutlaka sıkıştırıp rahatsız ederlerdi. Bu yüzden de hiçbir çocuk, Çobanlara bulaşmak istemezdi ve yine bu yüzden ki, Çamur’un bu çirkefliği, herkese şuursuzca bulaşma güdüsü, biri ona sataştığında, her zaman Çobanlara haber verebilecek olmasından ileri geliyordu.

Çocuklar yürümeye devam ettiler. Köy kahvehanesine birkaç yüz metre mesafeye gelmişlerdi artık, sessizdiler. Bu sessizliği, bu sefer Ömer bozdu.

“Sabah niye uyandırmadın lan beni?” diye çıkıştı abisine.
“Tatilin son günü, uykunu bölmeyeyim dedim” şeklinde bir yanıt verdi abisi.
“Hadi lan! Niye uyandırmadın?”
“Niye olacak oğlum seni uyandırsam o gürültüyle baba da uyanırdı, bilyeleri görünce tonla laf yapıyor, bilmiyor musun?”
Selim araya girdi. “Niye laf yapıyor?”
“Bilye kapışırken kumara alışıyormuşuz, o yüzden,” dedi Sefer.
Ömer sitemkar bir ses tonuyla devam etti. “Boş versene! Sanki kendisi kumar oynamıyordu zamanında!”
“Ben söyledim bir keresinde, hataydı, siz yapmayın, dedi bana”
“Eski günahlarının acısını bizden çıkarıyor işte!”

Ve işte o eski günahlar, ete kemiğe büründüler, köy kahvehanesinde zuhur ettiler. Selim’in, kangalıyla birlikte, iki kardeşten ayrılmak üzere olduğu esnada, bir gürültü koptu. Köy kahvehanesinin sokağa bakan camı kırıldı, kahvehanedeki adamların bağrışları, küfürleşmeleri altında, kırılmış camdan bir adam fırlatıldı sokağa doğru. Kırık cam parçalarının ve sokağın kumla karışık tozlarının üstüne düşen adam, sırtını yere çarpar çarpmaz yüz üstü dönmüş, çocuklar ilk etapta onun kim olduğunu anlayamamıştı. Kahveden adamlar peşi sıra geldiler. Sokağın ortasında yüzükoyun yerde yatan adamı acımasızca tekmelemeye başladılar. “Ödeyeceksin lan borcunu!” nidaları kargaşanın arasında duyuluyordu. Dayak yiyen adam hiçbir şey söylemiyor, elleriyle başını kollamaya çalışıyordu sadece. Adamların çamurlu, sivri burun ayakkabıları sırtında, kollarında, belinde ve bacaklarında patlıyordu. “Ödeyeceksin borcunu!” Bağrışmalar, küfürler ve tekmeler. İş iki tekme iki küfürle sonlanacak gibi değildi, apaçık bir lince dönüşmek üzereydi ki olayları izleyen, konuyla alakası olmayan diğer köylüler araya girip dayak atan adamları uzaklaştırmaya, sakinleştirmeye başladılar.

Araya giren adamlardan birinin, kahvehaneyi işleten çaycının, “Bırakın adamı, ayıptır yahu, çocuklarının önünde yapılmaz bu!” dediği işitildi. Tekmeler kesildi, küfürleşmeler dineldi, bağrışmalar duruldu, tüm bakışlar bir anda, çaycının ‘çocuklarının önünde’ derken işaret ettiği iki kardeşe, Selim’e ve Selim’in güçlükle zapt ettiği havlayan kocaman kangala döndü.

Dayak atanlardan biri, gitti, yerde yüzükoyun yatan adamı ensesinden tuttu, bir dirsek boyu kadar havaya kaldırdı ve bağıra bağıra “Sen çocuklarına dua et! Yat, kalk onlara dua et! Ama yemin olsun iki gün içinde parayı getirmezsen seni çocukların da kurtaramaz!” dedi ve yanındaki yardakçılarıyla beraber beyaz bir doblo arabaya binip gitti.

Kargaşa bitmişti. Ömer, yerde yatan adamın ensesinden kaldırıldığı anda, o adamın, onların babası olduğunu anlamış, abisinin koluna vurarak ‘Lan, baba o!” demişti. Ancak ikisi de yerinden kıpırdayamamış öylece donakalmışlardı.

Çaycının onlara el yapmasıyla harekete geçtiler. Selim, kangalı, ağacın gövdesine bağladı. Üçü hızlıca olay yerine geldiler. Adam yere yapışmış suratını, tozların ve cam kırıklarının üstünden kaldırdı. Kaşı ve dudağı patlamış, elleri çizik içinde kalmıştı. Belinde ve başında ağrılar vardı. Çocuklarından bakışlarını kaçırıyordu.

Önce çaycının telkiniyle kahvehaneden su getirildi, suyunu içti. Sonra çocukların ve çaycının yardımıyla eve götürüldü. Bir ara omuzunun altındaki adama yakındı çaycı yolda. “Ah be Hüseyin,” dedi. “Hadi bankaları anladık, bunlara ne diye borçlandın? Bilmez misin vicdanı yoktur bunların…”. Yaralı baba nefes nefese konuştu: “Bilirim, Ahmet Abi, ama elden ne gelir?”

Eve varır varmaz kendini yatak odasına kapattı baba, uzun bir süre ses çıkarmadı, dayak yemiş olmanın ve dahası çocuklarının bunu görmesinin getirdiği onursuzluk içindeydi, utanıyordu. İki kardeş, halalarının getirdiği yemekleri dolaptan çıkarıp ısıtmadan yediler. Yemeklerini yedikten sonra Sefer bir tepsi aldı, biraz bulgur pilavı, biraz kapuska, küçük kase yoğurt ve iki üç dilim ekmek koydu tepsiye. Babasının yattığı odanın kapısını çaldı. Ses gelmedi.

Daha güçlü çaldı ve ekledi: “Baba! Yemek getirdim,”

İçerden balgamlı bir ses duyuldu. “İstemez!”

Ve tepsi aynen olduğu gibi mutfağa geri döndü, yemekler tencerelere aynen olduğu gibi geri kondu.

O esnada Ömer ise bilyelerle meşguldü. Montunun cebindeki bilyeleri bir ekmek poşetine attı, abisinden de kendi montundaki bilyeleri o poşete atmasını istedi. Buzdolabını iki kenarından tuttu. Sağa sola oynatarak geri çekti ve önce bir yumurta poşeti dolu bilyeyi daha sonra az önce doldurdukları bilye dolu ekmek poşetini buzdolabın arkasına güzelce istifledi. Bilyeleri masanın üstünde, hatta salonun ortasında bile bıraksa kimse ona hesap sormazdı ve kimsenin umurunda olmazdı. Ama o, ortalık yerde bırakmıyordu, çünkü bu, annesinin tembihlemesiydi ve annesini özlüyordu. Bilyeleri için buzdolabının arkasını yer bellemiş ve bilyeler yerli yerinde olursa sanki babasının bankalara, kötü adamlara olan borçları bitecek, annesi ve küçük kız kardeşi geri dönecek ve ailesi yine, eski güzel günlere geri dönecekmiş gibi geliyordu ona.

O gece insanı çıldırtan bir sessizlikle geçti. Önlükleri ütülenmemiş, karınları doğru dürüst doymamış, evdeki sobayı kimse yakmadığı için doğru dürüst ısınamamış ve yapmadıkları tatil ödevlerini kimseler sorgulamamıştı. Sabah olacak, okula gidecekler ve bu kabus gibi gece bitecekti. Işıkları kapattılar, ranzalarındaki yataklarına yerleştiler. Yan odadan, babalarının ağrılarından çıkardığı inleme sesleri eşliğinde uykuya daldılar.

Ertesi sabah Ömer, abisinin kolunu dürtüklemesiyle gözlerini açtı. “Ömer uyan, çabuk uyan!”
Ömer hışımla doğruldu yatakta. “Noldu okula geç mi kaldık?” dedi, ranzanın üst katından aşağıya atladı. Dolaptan önlüğünü almaya yöneldi.
“Hayır!” dedi abisi keskin bir şekilde. “Takım elbiseli adamlar geldi, eşyalarımızı götürecekler! Gel çabuk!”

Önden Sefer, arkadan Ömer, gözleri uyku mamuru, odalarından çıktılar. Hakikaten de birtakım adamlar evlerinden eşyalarını çıkarıyordu. Evin, sokağa açılan kapısında iki adam, kot pantolonlu ve kazaklı, salonlarındaki büyük koltuğu çıkarmaya uğraşıyor, arkalarında bir adam, siyah kumaş pantolonlu ve takım elbiseli, elinde bir defter, not alıyordu.

Kot pantolonlu adamlar, koltuğu kapıdan çıkaracakları doğru açıyı buldular, takım elbiseli adam herkesin duymasını istermiş gibi yüksek sesle konuştu. “Borca tabi değerde bir adet koltuk!”

Çocuklar, mutfağa döndüler. Babaları, her sabah olduğu gibi yine mutfak masasının orada, sandalyede oturuyordu. Dünkü dayağın etkisiyle, yüzünde ve özellikle de kaşında morluk ve şişlikler vardı. Başında başka bir takım elbiseli adam dikiliyor, imzalaması için önüne sürekli çeşitli kağıtlar koyuyordu. Baba bir yandan imzalıyor, bir yandan da bu sıkışık durumdan kurtuluş yolu arıyordu. Ne parası ne tanıdığı vardı onu bu durumdan kurtaracak. Sahip olduğu tek şey, sözcüklerdi.

“Bir yolu yok mu memur bey, böyle olmak zorunda mı? Çoluk çocuk ne yaparız?”
Memur, önündeki kağıtlardan başını kaldırmadan, soğuk bir tavırla yanıtladı.
“Maalesef Hüseyin Bey… Banka size on beş gün önceden tebligat mektubu gönderdi.”

Kapı ağzında dikilen Ömer, tebligat sözcüğünü hatırladı, on beş gün önce, anne babası kavga ederken duymuştu bu sözcüğü… Demek ki annesi, kız kardeşini de alıp bu yüzden gitmişti evden.

Babası şansını denedi ama nafileydi, sözcüklerin hiçbir değeri yoktu.

“Evet ama ek süre verilemez miydi?”
“Verilen son ek süreydi maalesef bu… Mahkeme kararı da bu doğrultu da biliyorsunuz. Eşyaların haczinden başka bir seçenek kalmamıştı elimizde.”
Kapı ağzındaki diğer memurun sesi yankılandı yine.
“Borca tabi değerde bir adet televizyon!”
Babayla konuşan memur devam etti.
“Dua edin de eşyalar borç tutarını karşılıyor, yoksa banka eve de el koyabilirdi, biliyorsunuz…”

Kot pantolonlu adamlar salondaki eşyaları teker teker dışarı çıkardı, arabaya yükledi. Sabah saatleri ilerledikçe evin önünde de köy halkı toplanmaya başlıyordu. Salondaki eşyalar bitti, çocuk odasındaki dolap, ranza ve çalışma masaları çıkarıldı. Giysi dolaplarındaki kıyafetler ortaya dökülüyor, kıyafetlere dokunulmuyor sadece eşyalar alınıyordu. Çocuk odası bitti, yatak odasına geçildi, oradaki eşyalar da birer birer çıkarıldı evden. Borç büyüktü, borcun temizlenmesi için tüm eşyalar gitmek zorundaydı.

Yatak odası da bittikten sonra mutfağa yöneldiler. Baba, oturduğu sandalyeden kalktı, duvara yaslandı, önce mutfaktaki sandalyeleri ve masayı aldılar. Baba düşünüyordu, evde en ufak bir şey kalmayacaktı ama en azından bankaya olan borcu bitmiş olacaktı. Peki, dün kahvehanede dayak yediği o adamlara olan borcu ne olacaktı? Nasıl ödenecekti? Bir kendi canı, bir de çocuklarının canı kalmıştı işte… Borçsuz bir yaşam sürmesi imkansız mıydı?

Adamlar mutfağa girip çıkarken kapı ağzında durmamak için Ömer ve Sefer de babalarının yanına gelip duvara yaslandılar. Evde buzdolabı hariç hiçbir şey kalmamıştı. Kağıt imzalatan memurun soğuk bir şekilde, buzdolabını işaret ederek, “Fişini çekelim” dediği duyuldu. Kot pantolonlu adamlardan biri buzdolabının fişini çekti. Buzdolabını hareket ettirmeden önce, baba dolabın kapağını açtı, dolaptaki tek tük yemekleri, sebze-meyveleri çıkarıp mutfak servisinin üzerine koydu. Tekrar döndü duvarın dibine, iki çocuğunun ortasında, sırtını duvara yasladı ve evdeki son eşyanın da gidişini izlemeye koyuldu.

İki kot pantolonlu adam, buzdolabının iki yanına geçtiler, buzdolabını bir sağa bir sola oynatıp öne doğru çektiler. Buzdolabı tamamen öne gelince, arkasında kalan kısımda iki adet poşet gözüktü. Kot pantolonlu iki adam, buzdolabını yatay pozisyona getirip önce mutfak kapısından sonra da evden çıkardılar.

Diğer memur yine bağırdı: “Borca tabi değerde bir adet buzdolabı!”.

Bilye dolu iki poşet ortaya çıkar çıkmaz, Ömer fırlayıp poşetleri kucağına aldı. Bağırıp duran memur, Ömer’in yanında bitti, elini poşetlere uzattı.

“İçinde ne var görmemiz lazım,” dedi işbilir bir tavırla.

Ömer, göstermemekte kararlıydı. Memur, babaya baktı, baba Ömer’e baktı ve Ömer memura poşeti uzattı. Memur poşetleri açtı, birbirine çarptıkça şıkır şıkır öten bilyeleri gördü.

“Sadece bilye var,” dedi amirine.

“Poşetlerdekini yere dökelim, ne var ne yok detaylıca görelim”, şeklinde buyruk verdi ötekisi.

Memurlardan biri poşetlerin sırasıyla düğümlerini çözdü ve ikisini de yere boşalttı. Onlarca, hatta belki yüzlerce bilye mutfağın ortasına gürültülü bir şekilde düştü, rengarenk bilyeler zeminin her tarafına dağıldı.

“Bilye dışında bir şey yok, iş görmez!” dedi buyruğu veren memur.

Mutfağın ortasında oluşmuş büyük bilye gölünün üzerinden atlarken babaya döndü.

“Dağınıklık için kusura bakmayın, bazı durumlarda böyle gizli yerlere değerli eşyalar saklanabiliyor!”

Baba bir şey demedi.

Memur devam etti.

“Gelin Hüseyin Bey, kamyon başında eşya kontrolü yapalım. Ayrıca imzalamanız gereken birkaç belge daha var…” dedi.

Baba hiçbir şey demeden memurları takip etti. Eşyaları tamamen boşalmış evde adım sesleri yankılanıyordu.

Baba dışarı çıkınca tüm bu eşya toplama sürecini merakla izleyen kalabalığın içinden okula gitmek üzere olan çocuklar koptu, evin mutfağındaki tahta pencerenin önünde toplandı. Bir düzine çocuk mutfağın ortasındaki yüzlerce bilye ve o bilyelerin başında dikilen Ömer ve Sefer’e bakıyordu. Sanki ızgarada pişen balıktan birkaç parça kendilerine atılmasını bekleyen kediler gibiydiler. Ömer de bunu hissetmiş olacak ki, abisine buyruk verdi. “Sefer, camı açsana!”

Sefer önce anlam veremedi ama olan biten üzerine çok da fazla düşünecek halde değildi, kardeşinin ona söylediğini yaptı, camı açtı. Cam açılınca, Ömer yere eğildi, iki avucunu yerdeki bilyelere daldırdı, eline gelen sayısız bilyeyi aldı, camdan dışarı, evin yan tarafındaki otlara doğru fırlattı. Ömer’in bilyeleri atmasıyla camın önündeki çocuklar da çil yavrusu gibi dağıldılar araziye, her çocuk, yere düşen bilyeleri almaya koşuyordu. Ömer, geri döndü, bir daha daldırdı ellerini ve avucuna gelen bilyeleri yine fırlattı araziye. Bu sefer aynısını Sefer de yaptı. İki kardeş, kazandıkları bilyeleri bahçeye saçarken ve saçılan bilyeleri köyün çocuklarının toplamaya uğraşmalarını izlerken çok eğleniyorlardı. Birkaç dakika içinde, çok sevdikleri, varlıklarının mutluluk verdiği o güzel, rengarenk bilyelerin tamamını dışarı atmışlar ve ellerinde hiçbir şey kalmamıştı. Sabahın erken saatlerinde, okula gitmiş olması gereken köy çocukları, arazide saçılan bilyeleri toplamakla meşguldü. İkinci dönemin ilk günü, köyün tüm çocukları, okula geç kalacaktı.

Bilyeler gitti, en ufak bir bilye tanesi dahi kalmadı evlerinde. Artık bilyeleri saklama gerginliği yoktu. Artık bilyeleri kaybetme korkusu yoktu. Artık bilyeler yoktu ve artık birbirlerine çarptıklarında şıngır şıngır öten bilye sesleri de olmayacaktı. Bundan sonra hayatlarında başka bir evre başlıyordu iki kardeşin, bilyelere ettikleri elveda, çocukluklarına ettikleri elveda gibi olmuştu.

SON

Muhammet AKGÖL

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir