Cemil Yoksel – Kuru Otlar Üstüne Hakkında

Kuru Otlar Üstüne Hakkında

Hepimiz hayatı belli rutinlerle yaşarız. Zaman zaman bu rutinden sapmalar olur ve bize geçmiş sorulduğunda anlatacaklarımız da bu sapmalardır. Mesela geçen yılı anlatırken yaptığımız tatili yahut katıldığımız bir etkinliği anlatırız. Mainstream sinema da böyledir. Öncelikle karakterin rutin hayatını görmeye başlarız ve daha onuncu dakika dolmadan bu rutinde bir kopma meydana gelir. Filmin en uzun orta bölümünde kahramanın bu problemi çözmeye ve rutine dönmeye yönelik eylemlerini izleriz. Sonunda da her şey normale döner ve rutin kaldığı yerden devam ederek hikaye bizim için sonlanır. Nuri Bilge bunun tam tersini yapıyor. Bize rutini gösteriyor. Kahvaltı nasıldır, yürüyüş nasıl geçer gibi son derece gündelik şeylere odaklanıyor. Aslında filmlerde sıra dışı bir şey olmaz. Ama bu sıradan olaylara yakından ve dışardan baktıkça o dünya birden sıra dışı gelmeye başlar. Bu durum filmlerdeki karakterler için de geçerlidir. Karakterler gündelik hayatta görebileceğimiz kişilerdir ve onlarda da bir değişim olmaz. Bulundukları duruma sıkışmış ve bundan rahatsız olmalarına rağmen bir türlü çıkamazlar. Kuru Otlar Üstüne filmi de bahsettiğim açılardan yönetmenin önceki filmlerine benziyor.

Film iki aks üstünde ilerliyor. İlki, bir öğretmen ile on iki yaşındaki öğrencisi arasında taciz boyutunda yorumlanabilecek bir ilişki, ikincisi; üç kişi arasında aşk üçgenine benzer bir yapı. Film hakkında söyleyebileceğim ilk şey bana bir Dostoyevski romanını andırmasıdır. Bunda en büyük etken başrol Samet’in Suç ve Ceza romanındaki Svidrigaylov’u andırmasıdır. Tıpkı Samet gibi Svidrigaylov’un da bulunduğu yere duyduğu bir bıkkınlık ve gitme isteği vardır. Ama en büyük benzerlikleri her ikisinin de çocuklara yönelik tacize varan davranışları ve bunun suçluluğunu yaşamamalarıdır. Zaten Samet de taciz iddiasını ilk duyduğunda kendini sorgulamak, hareketlerini gözden geçirmek yerine iddia sahibini bulmaya çalışmak olmuştur. Buradaki yıllardır değişmeyen erkek doğasına eleştiri bence filmin en başarılı kısımlarından. Bir başka Dostoyevski çağrışımı da genel olarak tüm karakterlerde mevcut. Karakterlerimiz tıpkı Dostoyevski’nin romanlarındakiler gibi yerel olmaktan çok evrensel ve her insanın özdeşleşebileceği, özdeşleşmese bile anlayabileceği özelliklerle öne çıkıyorlar ve aslında birer kişilikten çok birer istenci andırıyorlar.

 

Burada biraz daha Samet’ten bahsetmek istiyorum. Samet önceki filmlerin karakterlerinden çok daha karanlık. Daha filmin başlarından itibaren Samet’in elini Sevim’in omzuna atmasıyla ve sınıfta sürekli Sevim’e söz verdiği için itiraz eden öğrenciye bağırmasıyla bir şeylerin ters gittiğini anlıyoruz. Aralarındaki ilişki rahatsız edici olmasına rağmen ortada bir taciz olup olmadığına dair hüküm veremiyoruz. Film de buna bir cevap vermiyor ve ortada bir taciz olup olmamasından çok taciz iddiasından sonra Samet’in tavrı ve yaptıkları ile ilgileniyor. Samet’in karanlığını gördüğümüz ilk yer burası. Bir diğeri ise başta ilgi duymadığı ve arkadaşı ile aralarını yapmaya çalıştığı Nuray’ın, arkadaşına(Kenan) daha fazla ilgi gösterince tercih edilmemenin verdiği kıskançlık ve kibirle ikisinin arasını bozmaya çalıştığı sahneler.  Bunu yapmak için yalan söyleyip Nuray’ın evine tek başına gidiyor. Filmin de özü bu ev sekansı. Uzun bir masada karşı karşıya oturmaları bize gerilimi hissettiren ilk şey. Gerilimin iki kaynağı var. Bunlardan ilki Samet’in habersiz tek başına gelmesi, ikincisi ise daha önceki konuşmalarından da anladığımız gibi hayat hakkındaki görüş ayrılıkları. Konuşma tartışmaya dönüyor ve ilerledikçe cümleler uzuyor, söyledikleri karışıyor. Karakterlerin diyaloğu yönetmenin seyirciyle olan monoloğuna dönüşüyor. Tartışmanın zirve yaptığı anda kamera yukarı kalkıyor ve Nuray’ın arkasına geçerek bizi tartışmanın bir tarafı olmaktan koparıyor ve yabancılaştırıyor.

Gelelim filmden sonra en çok konuşulan ve genel olarak beğenilmeyen set sahnesine. Beni ilk gördüğümde dumura uğratsa da üzerine düşününce sevdiğim ve filmin kendi söylemi içinde mantıklı bulduğum bir sahneydi. Dördüncü duvarı kırmak sinemada yeni olmasa da her zaman iddialı bir harekettir. Nuri Bilge Ceylan gibi son derece gerçekçi filmler yapan bir yönetmenden başta beklemediğimiz bir şey olsa da bence o sahneyi bir anlatım dili veya artistik bir hareket değil de vermek istediği mesajın bir parçası olarak aldığımız zaman anlam kazanıyor. Başından beri mücadele etmenin direkt bir sonucu olmayacağı için anlamsız olduğunu savunan pragmatist ve ben merkezci Samet, öne sürdüğü tüm argümanlarla apolitikliğini rasyonalize etmeye ve haklı çıkarmaya çalışıyor. Daha sonra da bunun sadece bir film olduğunu bize söylüyor ki bu da bizim Samet’e yönelteceğimiz eleştirilere önceden verilmiş bir cevap gibi: Samet gerçek değil.

Şahsen bu filmin Nuri Bilge Ceylan’ın en politik filmi olduğuna katılmıyorum. Evet belki ilk defa bu kadar zamanı belli olan ve gerçek dünyayla bağlantılara sahip bir hikaye izliyoruz ama bunlar filmi politik yapmaya yetmiyor. Tersine, film durduğu yer itibariyle önceki filmlerden bile apolitik. Bir filmin değeri ne kadar politik olduğuyla veya politik olarak nerede durduğuyla mı ölçülür orası başka bir tartışma konusu ama bir filmin bu kadar apolitizm çığırtkanlığı yapması da rahatsız edici.

Film hakkında beni rahatsız eden bir diğer şey yan karakterlerin az olması ve az olmalarına rağmen iyi işlenmemesi, hepsi birer dekor gibi kalmış hikayede. Hatta Nuray bile iyi bir tipleme değildi. Verdiği mücadele sırasında bedel ödemiş birinin emekli olmasını mı bekleriz yoksa o mücadeleye daha da sıkı sarılmasını mı? Film başrole o kadar odaklanmış ve bizi onun dünyasına o kadar sokmuş ki diğer tüm karakterler ya hiç işlenmemiş ya da özensiz kalmış.

Filmin tüm bunlara rağmen üç buçuk saat boyunca sizi sıkmadan izlemenizi sağlayan iyi bir temposu ve şiirsel bir anlatımı var. Benim için yılın en iyi filmlerinden biri olsa da yönetmenin filmografisinde geri sıralarda.

 

Cemil Yoksel

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir